Youtube’da çok tutan bir yorum vardır: çok güzel şarkı yapmışsın, Allah belamı verirken dinliyorum.
Şimdi ben de bu şarkının yazısını belamı bulmuşken yazıyorum.
Bu kapkara defter: aşkın tarifinin yazılı olduğu defter.
İçinde kesin yazılacak şeyler:
gerilim ve çekim
hayranlık
Ve engel.
İşte bu üçü hep şart olmuş.
Romeo ve Juliet’te düşman aileler
Kerem ile Aslı’da düğmelere kadar her şey
Yeşilçam filmlerinde fakirlik ve zenginlik
Bazen sırlar olmuş, bazen başka biri, bazen delinecek dağlar, bazen aşılacak mesafeler…
Bir defterde kadın Elfmiş, oğlan ölümlü: başka bir defterde oğlan başlık parasını denkleştirmek için şehre çalışmaya gitmiş…
Ama bu engel, bu aşılacak şey olmadan aşk defteri doldurulmazmış.
Davul bile dengi dengine demişler, o zaman bu denkliğin içinde engel nereye oturuyor?
Diyor ya şarkıda sayfalarında adın nasıl meşhur ama yüreğinde şüpheyim.
Bu aşklar, bu isimler arkadaşlar arasında meşhurdur.
Bazen esas kişi en az bilen olur, herkes bilir o bilmez.
Ama yürekte o engel hissi hep durur.
Şarkıda dediği gibi hep şüphe…
Bu engelin sonu ne olacak…
Bu şarkıda ellerimle gülümü bahçenden kopardım oluyor. Yakıştım sandım resmine sense sevdikçe kanardın. Burada engel dikenler, o gülün o resme belki de tam uymaması…
Sonra da umuda geçiyor.
“Solma ne olur,
Belli mi olur,
Kader kavuşur sonunda…”
Hikayelerin sonu mutlu ya da mutsuz bitse bile onların yaşanmasını sağlayan bu inanç işte.
“ Belli mi olur,
Bir kara düşün pembesi büyür de solunda…”
Kader konuşur sonunda…
Engel aşılır …
“ Bir kadın sevmiyorsa seviyorum demez zaten, sevdiği halde sevmiyorum dediği olmuştur ama, orasını düşünme sen.” Geçen okudum bunu ah dedim ne kadar doğru. Gün olur içimiz başka söyler, bir gün başka davranır diler gün başka….
Çünkü bir gün kadere inanır, bir gün engele
Bir gün aşka inanır bir gün kanayan güle…
Ben çiçeklerimi zaten hep açmayacak diye sulamamış biriyim.
Engelleri hep aşktan üstün görmüş.
Çiçeği başka bahçelere de bırakmak istememiş.
Demiş ya Nietzche " çöl çoğalır vay haline içinde çöller saklayanın."
Sonunda buna dönmüş biri.
Ama sen öyle bir solma dedin ki…
Ben de
“ Yıllara baktım önümden
Akıyor da ben dur gibiyim…”
Ve bu sefer dedim bu sefer engele değil aşka inanacağım.
Belli mi olur?
Bir kara taşın tövbesi büyür de solumda...
En sonunda engel bizden üstün çıktı.
Ellerimiz kollarımız bağlandı.
Ama biliyorum ki seni “sevdiğim kadar kırmadım.” Bu sefer bunu yapmadım.
Engel bizi ayırana kadar gülünün kokusunu içime çektim.
Bir kadın atasözü der ki “Ben söyledikten sonra yapmanın ne anlamı var,”.
Yıllarca en çok alıntıladığım ve belki en çok inandığım sözlerden biri oldu. Çünkü çok hesaplı ve sorguluydum. Söylemeden anlaşılması bana verilen dikkatin bir ölçüsüydü. Eğer bir şeyleri fark etmeyip yapmıyorsa merak etmiyordu. “Ne kadar akıllı ve ne kadar yanılgı içindeymişim.” Hesaplı olmanın kendi içinde güzel savunmaları vardır. Bu da onlardan biriydi. Aşkın da insanı test etmesinin birden çok yolu vardır. Ve benim bu savunmam bu testlerin çoğundan kaçmaktan başka bir şey değildi. Çünkü böyle olunca daha çok seven olmak garanti idi. Hem de istendiğinde yapılan şeylere verilen emeğe de dudak bükebiliyordum. Ama en önemlisi istemenin o çığ gerçekliğinden kaçmaktı. İtiraf. İstek, Tutku, Bağ. Bunlar için savunmasız olmak, istediklerimizden utanmamak, istenen olmadığında da aşkın o durumdan çıkabileceğine inanmak demekti. Belki bu yüzden kendi kendimize söyleyemediğimiz şeyleri anlatan şarkıları daha çok sevdik. Gel diyen, Gitme diyen.
Dokun bana bana dokun ne olur Hasretinden öldüm Kopar zincirleri yeniden gel Durmadan gel hep gel
O en derindeki o çığ duyguya yansıyan şarkıları. Başkasından dinlemek belki daha kolaydı. İstemenin, ihtiyaç duymanın dile gelmesi için o korkunun içinden geçmek lazımdı. İsteklerimizin önemsiz olması korkusundan, geçersiz olmasından.
Bir kız çocuğu düşünün. Akşam babasına bana ne aldın diye soran Ya da annesine saçlarımı örsene diyen bir kız çocuğu. İşte bu saf istek. Çırılçıplak. Zamanın içinde yavaş yavaş kaybediyoruz bunu. İnce ince. İstemek zor geliyor ama içimizden bekliyoruz. Aslında kendi kalbimizi en çok kendimiz kırıyoruz. Aşkımıza güvenmiyoruz, testlerden kaçıyoruz. Bunu ancak şimdi anlıyorum. Savunmasız istiyorum diyebildiğim Günde. Olsa da olmasa da. Aşkın içinden yanarak geçmek istediğim günde. Durduk yerde çürümelerinden usandım. Çiğ arzularımı ateşe attım.
Ben sana tutsak sen bana yasak Gel günahlarla korkularla gel Ben savunmasız çırılçıplak Sen hesaplarla sorgularla gel
Cihan padişahı Sultan Süleyman Han’dan olma, Hürrem Sultan’dan doğma.. Asaletini ve gücünü babasının kanından, cürretini ve zekasını annesinden alan.. Güneşin ve ayın Sultanıyım. Ben Mihrimah. 1522 senesinde doğdum. O gün bu saraya huzur değil, aksine hüzün verdim. Bilhassa annem Hürrem Sultan’a, zira bir Şehzade değildim.. Haremin kaideleri katidir. Şehzaden yoksa hükmün de yoktur, kimse ciddiye almaz seni.Haremin duvarları arasında solup gidersin. Ama Şehzaden varsa, üstelik rakiplerinden fazlaysa işte o zaman sırtın yere gelmez. Gücün ve iktidarın ortağı olursun. Bu yüzden hiç kızmadım anneme, onu anlıyorum, şimdi olduğu gibi.
Ben Mihrimah.
Her istediği olan, her dediği, her emrettiği yapılan cihanın gelmiş geçmiş en güçlü Sultanı Mihrimah.. 17 yaşında Rüstem Paşa’yla evlendirdiler beni. Annem kardeşlerimin istikbali için, bunun gerekli olduğunu söyledi.
Ne tuhaf..
Yıllar önce bir Şehzade olmadığım için üzülmüştü.
Şimdi ise Şehzadelerini korumak için bana ihtiyacı var.“
Muhteşem Yüzyıl’da bu sahneler, kişilerin kaderi ile kendisi arasında bir yolda yürüdüğü yerlerde geçerdi. Konuşanın kim olduğunu neler yaptığı neler yapacağını her adımda yeniden düşündüğü yerlerde. Pargalı'nın Kanuni'nin yüzleşmelerini de severim ama hiçbiri içimde Mihrimah'ın bu yürüyüşü kadar yer etmedi. Belki içinde o kırılmayı taşıdığı için. O zaman öyle, şimdi böyle dediği için...O içindeki yangını kendimde gördüğüm için...
Yüreğindeki bu karmaşa ile ne yapacağını bilemeyen prenses kendisini sarayın işlerine vermiş. Komşu iki ülkede savaş varmış, bu yüzden kendileri de tetikte her an bir saldırı ihtimaline karşı hummalı bir çalışma halindelermiş.
Prens kitabî olarak çok şey bilse de onları uygulamaya geçiremiyormuş, o yüzden bir çok şeyi çekip çeviren prenses olmuş.
Prenses artık neyin hakiki neyin aldatmaca olduğunu karıştırdığı niyetlere kör bir gözün sahibiymiş.
Sanki şimdi her yere ve her şeye fazla, hiçbir yere sığamayacak haldeymiş.
Akşamlar sakin, Kaf Dağı bütün haşmetiyle ötelerdeymiş. Prenses zannetmişti ki bir prens gelecek, onun için Kaf Dağı'nın ardından anka kuşunun tüyünü getirecek ve bundan sonra mutlu mesut yaşayacaklar.
Bir gün yine akşam gün batımını izlerken yanına bir falcı yaklaşmış. Elinde bir tas su varmış.
-Yazgından korkmuyor musun çocuğum demiş.
İçindeki korkunun dile gelmesinden korkan prenses donup kalmış. Falcı ondan tastaki suya üflemesini istemiş.
-Prensesim, demiş falcı, o hep baktığın aynanın ve ayın hep aydınlık yüzünü görmüşsün. Orada hep bir prenses görmüşsün, hep ona yakışan olmuşsun. Prensesim bu kızın adı nedir? Aynanın arkasındaki yüzle tanış, tanış ki seni olacaklardan ancak o koruyabilir.
Seni bir ateşin ortasında yanarken görüyorum.
Karşına biri çıkacak, iki aynalı biri. O aynaların yüzü birbirine bakmıyor. Eğer ki kendi aynanın sırrına vakıf olamazsan bu kişiden kaçabildiğin kadar kaç. Yoksa yanacaksın, kolay kolay sönmeyecek.
Prenses günlerini siperlerde, sığınaklarda geçiriyormuş.
O hiç farkında bile değilken onu uzaktan izleyen biri varmış.
İnce, uzun boylu, gür bıyıklı bir asker.
Prensesle bir an olsun konuşabilmek için elinden geleni yapıyormuş.
Prenses ise konuşmaktan çekiniyor, artık bir daha canı yansın istemiyormuş.
Bütün bu çekingenlik ve gizem askerin arzusunu daha da kamçılıyor, prensesle konuşmak için her bahaneyi kullanıyormuş.
Prensese sürekli aşktan, sanattan, şiirden, yücelikten söz ediyormuş. Bunları duyan prenses lotus çiçeği gibi açılmaya başlamış.
Nihayet sanki biri onu anlıyor, onu prenses olduğu için değil ruhu için seviyormuş.
Dere kenarlarında, akşam sefalarını izlerken, etrafta bir sürü çocuk sesi çınlarken durmadan usanmadan konuşmuşlar.
Belki sonradan sorsanız ne konuştuklarını bile bilmiyorlarmış.
Prenses sanki bir ömrün susuzluğunu giderircesine kana kana içmiş bu aşktan.
Suyun nereden geldiğine bakmadan,
Bulanık mı, zehirli mi aklına bile getirmeden...
Susuzluğun her şeyi güzelleştiren tadıyla sanki dünyadaki en güzel şerbeti içer gibi içmiş.
Aşk sarhoşluğu ile kanmışlığı ile çok mutluymuş prenses.
Mutluluğu etrafındaki herkesin dikkatini çekmiş, sanki gözlerinde ayın ışığı parlıyormuş.
Sonra prenses bu suyun bedava olmadığını, ödemesi gereken bir bedel olduğunu öğrenmiş.
Bu suyun geldiği yerde bazen suya karışan bir zehir oluyormuş, ne zaman geleceği belli olmayan ve asla özür dilemeyen bir zehir.
Zorbalık zehri.
Asker bu suyun içine ilk zorbalık zehrini kattığında prenses şaşırıp kalmış.
Ama hiçbir şey dememiş. Anlık bir şey olduğunu düşünmüş. İçinin yandığını hiç belli bile etmemiş.
Sonra bu zehir suya daha çok karışmaya başlamış.
Ama prenses bu suyu içememekten öyle korkuyormuş ki zehrin adını bile ağzına almıyor aynalı odasına çekilip içindeki yangının sönmesini bekliyormuş.
Sonra göğsünde yaralar çıkmaya başlamış. Bunları kimse görsün istemiyormuş ama yaralar çok yavaş iyileşiyormuş.
Sonunda çareyi bir koca karıya gitmekte bulmuş. Kocakarı ona bir merhem vermiş, bu demiş sana iyi gelecek ama içindeki bazı şeyleri de dışarıya atabilir, demiş.
Bu merhemle yaraları hemen geçiyormuş geçmesine ama göğsünde bir erkeğinki gibi kıllar çıkmaya başlamış. Prenses bu kıllara anlam verememiş.
Gel zaman git zaman su prensesi öyle bir zehirlemiş ki yara prensesin yüzünde çıkmış.
Ve orada, yeter, demiş prenses.
Artık susuzluktan ölsem, bir daha böyle bir su içmeyecek olsam, içmeyeceğim.,
Asker oracıkta ayaklarına kapanmış. Dilinden aşk nağmeleri dökülmüş.
İlk defa bu zehirden prensesin canını yandığını gören askerin dilinden itiraflar dökülmüş.
"Çocukluğum hastalıklı ve mutsuz geçti. Bütün bir hayatımı bunu aşmaya çalışarak geçirdim, bu yüzden asker oldum. Bu hastalık bana şiire, sanata uygun bir derinlik verdi ama aynı zamanda içimde bu karanlık ve aşağılık zehri bıraktı. Sen çok aydınlıktın prenses, bu aydınlık benim içimdeki karanlığı da aydınlatsın istedim. Ama benim karanlığım ben hiç fark etmeden seni zehirlemiş.
Ben sana zarar verdikçe ve sen sustukça kendimi işe yaramaz, annesine babasına vurmaya çalışan bir çocuk gibi hissettim. Sanki sana hiçbir şey olmuyordu. Daha derinden vurmak, kendi gücümü görmek için canının yandığına şahit olmak istedim. Işığın kaybolmadı belki ama donuklaştı... Sana verdiğim zararı önceden görebilseydim asla böyle olmazdı. Affet beni."
Artık her şey için çok geçmiş.
Son bir veda sözcüğü için bile.
Prenses saraydaki odasına sönmüş. Başı dik ve mağrur.
Aynasına bakmış ve dizlerinin üzerine çökmüş.
Yaralı yüzünü, göğsündeki kılları, içindeki yangının gözlerine vuran alevini görmek istemiş.
Ama parça parça şeyler görmüş.
Yer yer sırları dökülen ayna yok olmaktaymış.
Prenses korku içinde kalmış.
Hıçkırıklar içinde aynaya yaslanmış.
Ne olur demiş, ne olur bir şey söyle. Neden böyle oldu?
Ve ayna dile gelmiş..
" Aynaya ne tutarsanız size sadece tuttuğunuz yüzü yansıtır, siz buraya hep aydınlık yüzünüzle geldiniz prensesim. Oysa bir insan bundan çok daha fazlasıdır. Büyürken yaşadığınız hayal kırıklıklarını, prensle olan meselenizi , annenizin yüksek beklentilerini, öfkenizi değil aynaya getirmek kendinize bile itiraf etmediniz, ama zannettiniz mi yok oldular. Hep söz dinleyince, hep içe attıkça her şey çözülüyor mu prensesim? Bu sarayda bin tane kural bir varsa birini bile çiğnemediniz, sanki birini çiğneseniz değil saray dünya başınıza yıkılacaktı.
Zamanla içinize gömdüğünüz her duygunun körü oldunuz; başka insanlarda bunları tanıyamadınız. Sonra bu körlük sizde korku oldu, korku kontrol etme arzusu. Başlangıçta kendinizi bırakabiliyordunuz ama hayal kırıklığı o kadar reddedilemez oldu ki karşı tarafa alan bırakmayıp onları silikleştirdiniz; onlar da bilendiler."
Prenses şaşırmış.
Onun için böyle yanarken ayna nasıl böyle sakin, nasıl böyle her şeyi matematik gibi anlatabilirmiş.
Aynanın hiç mi duyguları yokmuş?
Prensesin hayatta hiç olmadığı kadar sarılıp sarmalanmaya, biraz anlayışa ihtiyacı varmış. Ama tek bulabildiği aynanın bu buzdan keskin, ateşten ağır sözleri olmuş. Prenses bu sözleri dinlemiş dinlemesine anlama, bu sözlerin tesir etmesi, onları anlaması için daha çok zaman geçmesi gerekecekmiş.
Kederden yorgun, hıçkırıklar içinde uyumuş prenses. Günlerce ateşler içinde yanmış, kendine gelmesi çok uzun sürmüş.
Aşk acısının izleri silindikçe kılları da dökülmeye başlamış ama yerleri duruyormuş. Kök varlığını hissettiriyormuş. Velev ki prenses bu sefer aşka düşmek değil aşkı seçmek istiyormuş.
Prenses durup durup acaba nasıl biri olmalı diye düşünüyormuş.
Müzikten anlamalı,
Ahlakı, etiği düzgün olmalı,
Sanata yatkın olmalı.
Eski bir lanette şöyle denir, "Umarım Tanrı size istediğiniz her şeyi verir,". Prensesinki de öyle olmuş, öyle biri çıkmış ki karşısına istediği her şeymiş.
Yetim büyümüş, hayatta her şeyi zorla elde etmiş, birçok dalı kurumuş, mücadeleci bir çocuk.
Güzel sesiyle beraber prenses onun bu mücadeleci haline hayran kalmış. Onu şefkatle sarmak, bugüne kadar kimseden görmediği sevgiyi ona kendisi vermek istiyormuş. Ona bakınca içinde korumacılık duyguları uyanıyormuş.
Bu çocuk sıradan bir tiyatro oyuncusuymuş, ne çok zengin ne çok rütbeli olmadığından prensesle olabileceğine ihtimal bile vermiyormuş. Prensese uzaktan uzağa aşık olmayı kaderi zannederken bir gün aşkına karşılık alınca aklı bunu hiç almamış.
İnanamamış.
Çok iyi anlaşan çiftimizin arasına yollar girmiş önce, çocuğun turneye çıkması gerekmiş.
Mektuplar, şiirler, hasret...
Çocuk turneden döndüğünde ise rüzgarın yönü değişmeye başlamış. Çocukların yaptıkları oyun çok beğenilmemiş. O kadar kötüymüş ki artık yeni oyun çıkarmaları mümkün değilmiş. Çocuk mecburen bir yerde arabacı olarak işe girmiş.
Bu işten dolayı prensesle buluşmaları son derece zor oluyormuş, bazen geceleri çalışıyor, geceyi gündüze karıştırıyormuş.
Prenses sızlanıyor, bu da çocuğun daha da uzaklaşmasına sebep oluyormuş. Çocuğun yaşadığı zorluklara şefkat göstermeye çalışıyor, daha çok üstüne titriyor, ama bir şeyler olmuyormuş.
En son çocuk ayrılmak istemiş.
"Anlamıyorsun," demiş.
Ağzında altın kaşıkla doğmuşsun, ne istediysen olmuş.
Her istediğin olmuş,
Her istediğinin olmasına alışmışsın.
Bana da lanetler olsun ki bunu biliyordum, lanetler olsun ne biliyorsam.
Ben senin yavru köpeğin gibi, oyuncağın gibiyim.
Bana acıyor musun yoksa beni erkeğin olarak mı görüyorsun, belli değil.
Bütün bu içerleme, bu hınç prensesin en son beklediği şeymiş. Sanki bir duvara yaslanmış da duvar çökmüş gibiymiş.
Prensesin açıklama çabaları, her şefkatli sözü karşısında daha da hiddetlenmiş. Sanki küfür duysa rahatlayacakmış. Daha acı daha keskin sözler dökülüyormuş ağzından.
Yapacak hiçbir şey yokmuş.
Prenses sessiz sedasız, çökkün dönmüş odasına.
Önce hiçbir şey olmamış, öyle boşluğa bakmış. Sonra kalkmış aynaya bakmış. Hiçbir şey görmeden almış aynasını kendine lanetler ederek yere çalmış.
Kendi acısını duymaya bırakana kadar öyle kalmış odada. Ayna bin parçaya dönmüş be parçaların hepsi ülkenin her yerine dağılmış.
Prensesin o anda umrunda değilmiş, zaten demiş bu ayna neymiş ki böyle?
Oysa bilmediği şey artık kendisinin aynanın diğer tarafında yaşadığı, benliğinin o yaşta o anda hapis kaldığı imiş. Her kim ki aynasını kırar, ayna onu kendine hapsedermiş.
Bu laneti bozmanın tek yolu kırılan aynanın bir parçasını bulup o bir parçayı yüreğine batırıp kanatan yeni bir aynanın sahibi olabilirmiş.
Prenses önce farkında olmadan her sözde bir umut, her gözde bir çare arayarak aynasından ona bir parça gösterecek birini arayıp duruyormuş. Sonraları bu masal "ayna dilencisi" diye dilden dile anlatılıp durmuş.
Ne zaman ki birinde eski aynasından bir parça bulacak, elleriyle onu yüreğine batıracak zaman onun için yeniden akmaya başlayacakmış.
Gökten üç elma düşmüş,
biri sürekli aynı yerden kırılanlara,
biri aynasını kaybetmiş dervişlere,
biri de aynasını yüreğine batırarak kanayanlara...
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde bir kral bir oğlu olmuş.
Şanım soyum yürüyecek diye düşünmüş kral. Davullar çalınmış, kırk gün kırk gece şölenler kurulmuş.
Oğlan azcık büyüyünce bir çocuk daha yapmışlar, ama bu sefer kız olmuş.
Kral çok mutluymuş, onu pamuklara sarıp sarmalayacak, hep mutluluk ve huzur içinde yaşatacakmış. Ama ailenin büyükleri pek de öyle düşünmüyormuş.
Ah, prenses mi, nasıl olsa evlenip gidecek diyorlarmış. O bu aileden sayılmaz. Bize erkek çocuk gerek.
Kralın sonradan bir çocuğu daha olmuş, yine kız. Böyle olunca büyük ağabey nasıl olsa ben tek erkek çocuğum diye har vurup harman savurmuş. Ne yapsa görmezden gelinmiş, çünkü o soyun ve ülkenin tek umudu imiş.
Şimdi böyle olsun diyorlarmış, nasıl olsa şehzadelik uzun bir yol. O da zorlu görevlere, savaşlara gidecek, uzak diyarlarda valilikler yapacak. Bu görevlere giden ağabey sürekli başarısızlıklar göstermiş, kendini yeri gelmiş içkiye vurmuş, yeri gelmiş çok çalışmış ama hep kız kardeşlerinden destek almış.
Kızlar da annelerinden düzgün davranmayı, temizliği, kibarlığı, çalışkanlığı öğrenmişler.
Gittikleri her yerde sarayı temsil ettiklerini asla unutmamışlar. Her yerde düzgünlükleri ve uslulukları ile takdir toplamışlar.
Küçük kardeş okuyup alimlerin arasına katılmaya karar vermiş.
Ortanca kardeş ise evlenip kendi yuvasını kurmak istiyormuş.
İlk aday ülkenin önde gelen vezirlerinden biriymiş. Devlet işinde pek de mahirmiş. Prenses ile nişanlanmışlar. Bu vezir sıradan bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ama ailesi de ondan çok beklentiler içindeymiş. Hırs ve çalışma ile kısa zamanda büyük yerlere gelmiş.
Hep okumuş hep çalışmış.
Hiç eğlencesi yokmuş. O kadar çalışırmış ki evini hiç temiz tutamaz, kimi zaman yıkanmaya bile vakit bulamazmış.
Bir gün prenses vezirin hasta olduğunu öğrenip evine gitmiş. Bakmış ki ev pislik içinde, hemen bütün evi temizlemeye koyulmuş. Vezire de çorba ve ıhlamur yapmış. Vezir buna çok şaşırmış. Kimse demiş daha önce kimse benim için böyle bir şey yapmadı.
Böyle demiş demesine de kendine gelince hemen tekrar çalışmaya koyulmuş.
O günden sonra prenses evin hizmetçisi gibi olmaya başlamış. Evin düzgün olması onun için o kadar önemliymiş ki o halde bırakamıyor gelir gelmez düzenlemeye koyuluyormuş.
Vezir çalışırken onu rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor, evi düzgün tuttuğu için ondan takdir bekliyormuş.
Prenses bir yandan bu işleri yapsa da bir yandan da vezire anlam veremiyormuş. Nasıl bu kadar düzensiz ve özensiz olabiliyor diyor, onu düzeltmeye çalışıyormuş.
Vezir de prensese bakıp, bu nasıl prenses, kendisi için hiç hayali yok, hiçbir şey için çabalamıyor. Ev kimin umrunda ki?
Vezirin hırsı prensese çok bencilce gelmeye başlamış, vezir demiş etrafındaki hiç kimseyi düşünmüyor.
Artık birbirlerine tahammül edemedikleri bir yerde nişanı bozmaya karar vermişler.
Ama prensesin içi acıyormuş. Onun için o kadar şey yaptım. Kariyerinde yükselmesi için, sağlığı için ne gerekiyorsa yaptım. Neden böyle nankör?
Vezir de şöyle diyormuş, beni hiç olduğum gibi sevmedi. Bendeki güzelliği hiç görmedi. Hep eksiklerimi yüzüme vurdu. Sanki çocukmuşum gibi hep azarladı diyormuş.
Prenses saraya dönmüş. Ama aynasına baktığında artık kendini olduğu gibi göremiyormuş. Aynada gölgeler varmış. Başka her şeye baktığında net gören gözleri kendini aynada karanlıklar içinden görmeye başlamış.
Vezirle ilişkisi neden yürümemiş anlayamıyormuş.
Her şeyi çok düzgün yaptım diyormuş. Ne olur geri dön.
Prensesim ben.
Geri dön.
Ama vezir bir daha hiç dönmemiş.
Prenses'in o zamanlarda müzik kutusunda "şimdi ne yapar kim bilir" şarkısı çalıyormuş.
Ama vezir bunu hiç hayal edememiş. Çünkü prensesin aynası ona hiç görünmemiş. Çünkü ne onun aynasında içinde hırs olmayan hiçbir şey görünemezmiş.
Aynadaki gölgelerde yüzünü arayan prenses bir gece rüyasında bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Arap görmüş.
- Bu aynalarda kendini bulamayacaksın, senin görüntün uzaklarda bir su kıyısında, demiş ona.
Bu rüyayı gören prenses babasının huzuruna çıkmış.
-Kıymetli babam, bu sarayda çok uzun kaldım. Artık bu duvarların dışındaki hayatı görmek istiyorum. Yeşillikleri, ağaçları, bahçeleri...
Kızının içten içe ne kadar üzüldüğünü bilen babası onun kız kardeşinin kuzeydeki av köşküne göndermiş.
Günler günleri kovalamış. Prenses burada yoksul insanlara yardım ediyor, kalan zamanlarda da bahçe işlerini öğreniyormuş. İlk defa saraydan bu kadar uzaktaymış. İntizamlı davranışları, titizliği ile gittiği her yerde kendini sevdiriyormuş.
Yine de başkentten ne zaman birileri gelse vezir mi diye düşünmeden duramıyormuş.
Bir gün yine çiçekleri budamaya giderken çağlayan bir su sesi duyup yönelmiş.
Ufak bir şelale ile çağıldayan bir ırmakmış burası.
Önce taşlara basmaya çekinmiş, ya ayağım kayar da düşersem diye korkmuş.
Sonra rüyasını hatırlamış. Bir hamle ile taşların üzerine sıçrayıp dengesini sağlamış.
Eğilip bakmış, suda kendisini görmüş.
Gülen gözlerini,
Gençliğini
Güzelliğini,
Uzun saçlarını...
Saçlarını...
Saçlarında yaşadıklarının yükünü görmüş. Bütün bu sıkıştığı kalıpları, uykusuz gecelerini, gölgeler içindeki aynasını.
Gülleri budamak için taşıdığı makasla saçlarını orada kesip ırmağın akışına bırakmış.
O günden sonra eski neşesi yerine gelmiş, yine çalışkan yine düzenliymiş ama sanki ruhunda bir özgürlük kıvılcımı alev almış, küçücük için için yanmaktaymış.
Prensesin gülümsemesi yerine gelince etrafında onunla evlenmek isteyen erkekler de çoğalmış.
Bunlardan biri de başkentten aldığı ipekleri, kumaşları, zümrütleri ülkenin her yerine dağıtan zengin bir tüccarmış.
Bu tüccar gönül işlerinde pek tecrübeliymiş. İpeğin ve altının dilini bildiğinden kadınları pek iyi anlar, istediği kadının kalbini çalarmış.
Allem etmiş kallem etmiş, prensesin gönlüne girmiş. Prensese başkentten ne isterse getirirmiş.
Sırf o hasta diye işini bırakır köşke gelirmiş. Her geldiğinde elinde dünyanın bambaşka yerinden çiçekler olurmuş.
Prenses. Alışmış.
Dünyanın bundan sonra hep böyle döneceğini zannetmiş.
Sudaki yaprak gibi kendini akışa bırakmış.
Sonra tüccarın köşkte kalışları uzamaya başlamış, onunla davetlere gitmeye başlamış.
Prenses başka bir yüzünü görmüş tüccarın. Aslında saray nizamını hiç bilmeyişini. Bu adam nerede nasıl konuşulur, kime ne anlatılır, nasıl oturulur, nasıl kalkılır hiç bilmiyor. Sürekli kendinden söz ediyormuş.
Kendi durumunu o kadar bilmiyormuş ki etraftaki insanların küçümseyici bakışlarını asla fark etmiyormuş.
Prenses utanmış.
Önüne dünyaları seren bu adam kaba saba, yol yordam bilmez sığ bir satıcı imiş sadece.
Çok iyi bir tüccar olduğundan her şeyi ürününü satacak kadar öğrenmiş ama devamından haberi yokmuş.
Bu sığlık, bu eğitimsizlik prensesin ruhuna dar gelmeye başlamış.
Ama bu uzak yerde bu şımartılmalar, bu el üzerinde tutulmalardan vazgeçemiyormuş.
Bu yüzden başkente dönmeye karar vermiş, tüccarı ve kendini evinde görmek istemiş.
Bu sefer önüne gerçeğin başka bir yönü serilmiş.
Bütün bu hediyeler, bu ilgi aslında tüccarın kendine tuttuğu bir ayna imiş. Her şeyi herkese ne kadar iyi bir aşık olduğunu göstermek için yapıyormuş, kendini vazgeçilmez kılmak istiyormuş.
Prensesin yüreğindeki zayıflığı da gördüğünden her yaptığı ile kendi aynasında kendi görüntüsü daha da büyüyormuş.
-Benim gibisini bulamazsın, diyormuş prensese. Kimse sana bunları yapmaz.
Prenses artık iyice ona ait gibi hissettiğinde ilgisini de azaltmış. Başka bir şehirde sürekli onunla zaman geçiren adam başkente döndüğünde günlerce aramamaya başlamış.
Yüreğini eline alan prenses tüccarı bırakmaya karar vermiş. Tüccar çocuk gibi diretmiş.
-Sen kim oluyorsun da beni bırakıyorsun, demiş. Prensesin özleyip ona döneceğini düşünmüş.
Ama bu hiç olmamış. Prensesin artık bu göz boyamalara karnı tokmuş ama içinde anlam veremediği bir kızgınlık varmış.
Odasındaki aynasına gelip bakmış. Ne görsün.
Ayna. Bozulmuş. Artık belirli yerlerde daha büyük belirli yerlerde daha küçük gösteriyormuş.
Prenses artık aslında neyin ne kadar büyük olduğunu göremiyormuş.