7 Ekim 2020 Çarşamba

Aynasını Arayan Prenses-2

Olmasaydı Sonumuz Böyle

Yüreğindeki bu karmaşa ile ne yapacağını bilemeyen prenses kendisini sarayın işlerine vermiş. Komşu iki ülkede savaş varmış, bu yüzden kendileri de tetikte her an bir saldırı ihtimaline karşı hummalı bir çalışma halindelermiş.
 Prens kitabî olarak çok şey bilse de onları uygulamaya geçiremiyormuş, o yüzden bir çok şeyi çekip çeviren prenses olmuş.
 Prenses artık neyin hakiki neyin aldatmaca olduğunu karıştırdığı niyetlere kör bir gözün sahibiymiş. Sanki şimdi her yere ve her şeye fazla, hiçbir yere sığamayacak haldeymiş.
 Akşamlar sakin, Kaf Dağı bütün haşmetiyle ötelerdeymiş. Prenses zannetmişti ki bir prens gelecek, onun için Kaf Dağı'nın ardından anka kuşunun tüyünü getirecek ve bundan sonra mutlu mesut yaşayacaklar.
 Bir gün yine akşam gün batımını izlerken yanına bir falcı yaklaşmış. Elinde bir tas su varmış.
 -Yazgından korkmuyor musun çocuğum demiş. İçindeki korkunun dile gelmesinden korkan prenses donup kalmış. Falcı ondan tastaki suya üflemesini istemiş. 
 -Prensesim, demiş falcı, o hep baktığın aynanın ve ayın hep aydınlık yüzünü görmüşsün. Orada hep bir prenses görmüşsün, hep ona yakışan olmuşsun. Prensesim bu kızın adı nedir? Aynanın arkasındaki yüzle tanış, tanış ki seni olacaklardan ancak o koruyabilir. Seni bir ateşin ortasında yanarken görüyorum. Karşına biri çıkacak, iki aynalı biri. O aynaların yüzü birbirine bakmıyor. Eğer ki kendi aynanın sırrına vakıf olamazsan bu kişiden kaçabildiğin kadar kaç. Yoksa yanacaksın, kolay kolay sönmeyecek. 
 Prenses günlerini siperlerde, sığınaklarda geçiriyormuş. O hiç farkında bile değilken onu uzaktan izleyen biri varmış. İnce, uzun boylu, gür bıyıklı bir asker. Prensesle bir an olsun konuşabilmek için elinden geleni yapıyormuş. Prenses ise konuşmaktan çekiniyor, artık bir daha canı yansın istemiyormuş. Bütün bu çekingenlik ve gizem askerin arzusunu daha da kamçılıyor, prensesle konuşmak için her bahaneyi kullanıyormuş. Prensese sürekli aşktan, sanattan, şiirden, yücelikten söz ediyormuş. Bunları duyan prenses lotus çiçeği gibi açılmaya başlamış. Nihayet sanki biri onu anlıyor, onu prenses olduğu için değil ruhu için seviyormuş. Dere kenarlarında, akşam sefalarını izlerken, etrafta bir sürü çocuk sesi çınlarken durmadan usanmadan konuşmuşlar. Belki sonradan sorsanız ne konuştuklarını bile bilmiyorlarmış. 
 Prenses sanki bir ömrün susuzluğunu giderircesine kana kana içmiş bu aşktan. Suyun nereden geldiğine bakmadan, Bulanık mı, zehirli mi aklına bile getirmeden... Susuzluğun her şeyi güzelleştiren tadıyla sanki dünyadaki en güzel şerbeti içer gibi içmiş. Aşk sarhoşluğu ile kanmışlığı ile çok mutluymuş prenses. Mutluluğu etrafındaki herkesin dikkatini çekmiş, sanki gözlerinde ayın ışığı parlıyormuş.
 Sonra prenses bu suyun bedava olmadığını, ödemesi gereken bir bedel olduğunu öğrenmiş. Bu suyun geldiği yerde bazen suya karışan bir zehir oluyormuş, ne zaman geleceği belli olmayan ve asla özür dilemeyen bir zehir.
 Zorbalık zehri. 
Asker bu suyun içine ilk zorbalık zehrini kattığında prenses şaşırıp kalmış. Ama hiçbir şey dememiş. Anlık bir şey olduğunu düşünmüş. İçinin yandığını hiç belli bile etmemiş. Sonra bu zehir suya daha çok karışmaya başlamış. Ama prenses bu suyu içememekten öyle korkuyormuş ki zehrin adını bile ağzına almıyor aynalı odasına çekilip içindeki yangının sönmesini bekliyormuş. Sonra göğsünde yaralar çıkmaya başlamış. Bunları kimse görsün istemiyormuş ama yaralar çok yavaş iyileşiyormuş. Sonunda çareyi bir koca karıya gitmekte bulmuş. Kocakarı ona bir merhem vermiş, bu demiş sana iyi gelecek ama içindeki bazı şeyleri de dışarıya atabilir, demiş. Bu merhemle yaraları hemen geçiyormuş geçmesine ama göğsünde bir erkeğinki gibi kıllar çıkmaya başlamış. Prenses bu kıllara anlam verememiş. 
 Gel zaman git zaman su prensesi öyle bir zehirlemiş ki yara prensesin yüzünde çıkmış. Ve orada, yeter, demiş prenses. Artık susuzluktan ölsem, bir daha böyle bir su içmeyecek olsam, içmeyeceğim.,
 Asker oracıkta ayaklarına kapanmış. Dilinden aşk nağmeleri dökülmüş. İlk defa bu zehirden prensesin canını yandığını gören askerin dilinden itiraflar dökülmüş.
 "Çocukluğum hastalıklı ve mutsuz geçti. Bütün bir hayatımı bunu aşmaya çalışarak geçirdim, bu yüzden asker oldum. Bu hastalık bana şiire, sanata uygun bir derinlik verdi ama aynı zamanda içimde bu karanlık ve aşağılık zehri bıraktı. Sen çok aydınlıktın prenses, bu aydınlık benim içimdeki karanlığı da aydınlatsın istedim. Ama benim karanlığım ben hiç fark etmeden seni zehirlemiş. Ben sana zarar verdikçe ve sen sustukça kendimi işe yaramaz, annesine babasına vurmaya çalışan bir çocuk gibi hissettim. Sanki sana hiçbir şey olmuyordu. Daha derinden vurmak, kendi gücümü görmek için canının yandığına şahit olmak istedim. Işığın kaybolmadı belki ama donuklaştı... Sana verdiğim zararı önceden görebilseydim asla böyle olmazdı. Affet beni." 
Artık her şey için çok geçmiş. 
 Son bir veda sözcüğü için bile. 
 Prenses saraydaki odasına sönmüş. Başı dik ve mağrur.
 Aynasına bakmış ve dizlerinin üzerine çökmüş.
 Yaralı yüzünü, göğsündeki kılları, içindeki yangının gözlerine vuran alevini görmek istemiş. 
 Ama parça parça şeyler görmüş. 
Yer yer sırları dökülen ayna yok olmaktaymış. Prenses korku içinde kalmış. Hıçkırıklar içinde aynaya yaslanmış. 
 Ne olur demiş, ne olur bir şey söyle. Neden böyle oldu?
 Ve ayna dile gelmiş..

" Aynaya ne tutarsanız size sadece tuttuğunuz yüzü yansıtır, siz buraya hep aydınlık yüzünüzle geldiniz prensesim. Oysa bir insan bundan çok daha fazlasıdır. Büyürken yaşadığınız hayal kırıklıklarını, prensle olan meselenizi , annenizin yüksek beklentilerini, öfkenizi değil aynaya getirmek kendinize bile itiraf etmediniz, ama zannettiniz mi yok oldular. Hep söz dinleyince, hep içe attıkça her şey çözülüyor mu prensesim? Bu sarayda bin tane kural bir varsa birini bile çiğnemediniz, sanki birini çiğneseniz  değil saray dünya başınıza yıkılacaktı. 

Zamanla içinize gömdüğünüz her duygunun körü oldunuz; başka insanlarda bunları tanıyamadınız. Sonra bu körlük sizde korku oldu, korku kontrol etme arzusu. Başlangıçta kendinizi bırakabiliyordunuz ama hayal kırıklığı o kadar reddedilemez oldu ki karşı tarafa alan bırakmayıp onları silikleştirdiniz; onlar da bilendiler."

Prenses şaşırmış. 

Onun için böyle yanarken ayna nasıl böyle sakin, nasıl böyle her şeyi matematik gibi anlatabilirmiş.

Aynanın hiç mi duyguları yokmuş? 

Prensesin hayatta hiç olmadığı kadar sarılıp sarmalanmaya, biraz anlayışa ihtiyacı varmış. Ama tek bulabildiği aynanın bu buzdan keskin, ateşten ağır sözleri olmuş. Prenses bu sözleri dinlemiş dinlemesine anlama, bu sözlerin tesir etmesi, onları anlaması için daha çok zaman geçmesi gerekecekmiş.

Kederden yorgun, hıçkırıklar içinde uyumuş prenses. Günlerce ateşler içinde yanmış, kendine gelmesi çok uzun sürmüş.

Aşk acısının izleri silindikçe kılları da dökülmeye başlamış ama yerleri duruyormuş. Kök varlığını hissettiriyormuş. Velev ki prenses bu sefer aşka düşmek değil aşkı seçmek istiyormuş. 

Prenses durup durup acaba nasıl biri olmalı diye düşünüyormuş.

Müzikten anlamalı,

Ahlakı, etiği düzgün olmalı,

Sanata yatkın olmalı. 

Eski bir lanette şöyle denir, "Umarım Tanrı size istediğiniz her şeyi verir,". Prensesinki de öyle olmuş, öyle biri çıkmış ki karşısına istediği her şeymiş. 

Yetim büyümüş, hayatta her şeyi zorla elde etmiş, birçok dalı kurumuş, mücadeleci bir çocuk.

Güzel sesiyle beraber prenses onun bu mücadeleci haline hayran kalmış. Onu şefkatle sarmak, bugüne kadar kimseden görmediği sevgiyi ona kendisi vermek istiyormuş. Ona bakınca içinde korumacılık duyguları uyanıyormuş.

Bu çocuk sıradan bir tiyatro oyuncusuymuş, ne çok zengin ne çok rütbeli olmadığından prensesle olabileceğine ihtimal bile vermiyormuş. Prensese uzaktan uzağa aşık olmayı kaderi zannederken bir gün aşkına karşılık alınca aklı bunu hiç almamış. 

İnanamamış.

Çok iyi anlaşan çiftimizin arasına yollar girmiş önce, çocuğun turneye çıkması gerekmiş. 

Mektuplar, şiirler, hasret...

Çocuk turneden döndüğünde ise rüzgarın yönü değişmeye başlamış. Çocukların yaptıkları oyun çok beğenilmemiş. O kadar kötüymüş ki artık yeni oyun çıkarmaları mümkün değilmiş. Çocuk mecburen bir yerde arabacı olarak işe girmiş. 

Bu işten dolayı prensesle buluşmaları son derece zor oluyormuş, bazen geceleri çalışıyor, geceyi gündüze karıştırıyormuş.

Prenses sızlanıyor, bu da çocuğun daha da uzaklaşmasına sebep oluyormuş. Çocuğun yaşadığı zorluklara şefkat göstermeye çalışıyor, daha çok üstüne titriyor, ama bir şeyler olmuyormuş.

En son çocuk ayrılmak istemiş.

"Anlamıyorsun," demiş.

Ağzında altın kaşıkla doğmuşsun, ne istediysen olmuş.

Her istediğin olmuş,

Her istediğinin olmasına alışmışsın.

Bana da lanetler olsun ki bunu biliyordum, lanetler olsun ne biliyorsam.

Ben senin yavru köpeğin gibi, oyuncağın gibiyim.

Bana acıyor musun yoksa beni erkeğin olarak mı görüyorsun, belli değil.

Bütün bu içerleme, bu hınç prensesin en son beklediği şeymiş. Sanki bir duvara yaslanmış da duvar çökmüş gibiymiş. 

Prensesin açıklama çabaları, her şefkatli sözü karşısında daha da hiddetlenmiş. Sanki küfür duysa rahatlayacakmış. Daha acı daha keskin sözler dökülüyormuş ağzından.

Yapacak hiçbir şey yokmuş.

Prenses sessiz sedasız, çökkün dönmüş odasına.

Önce hiçbir şey olmamış, öyle boşluğa bakmış. Sonra kalkmış aynaya bakmış. Hiçbir şey görmeden almış aynasını kendine lanetler ederek yere çalmış.

Kendi acısını duymaya bırakana kadar öyle kalmış odada. Ayna bin parçaya dönmüş be parçaların hepsi ülkenin her yerine dağılmış. 

Prensesin o anda umrunda değilmiş, zaten demiş bu ayna neymiş ki böyle?

Oysa bilmediği şey artık kendisinin aynanın diğer tarafında yaşadığı, benliğinin o yaşta o anda hapis kaldığı imiş. Her kim ki aynasını kırar, ayna onu kendine hapsedermiş.

Bu laneti bozmanın tek yolu kırılan aynanın bir parçasını bulup o bir parçayı yüreğine batırıp kanatan yeni bir aynanın sahibi olabilirmiş. 

Prenses önce farkında olmadan her sözde bir umut, her gözde bir çare arayarak aynasından ona bir parça gösterecek birini arayıp duruyormuş. Sonraları bu masal "ayna dilencisi" diye dilden dile anlatılıp durmuş. 

Ne zaman ki birinde eski aynasından bir parça bulacak, elleriyle onu yüreğine batıracak zaman onun için yeniden akmaya başlayacakmış.

Gökten üç elma düşmüş,

biri sürekli aynı yerden kırılanlara,

biri aynasını kaybetmiş dervişlere,

biri de aynasını yüreğine batırarak kanayanlara...


SON



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder