" Aynaya ne tutarsanız size sadece tuttuğunuz yüzü yansıtır, siz buraya hep aydınlık yüzünüzle geldiniz prensesim. Oysa bir insan bundan çok daha fazlasıdır. Büyürken yaşadığınız hayal kırıklıklarını, prensle olan meselenizi , annenizin yüksek beklentilerini, öfkenizi değil aynaya getirmek kendinize bile itiraf etmediniz, ama zannettiniz mi yok oldular. Hep söz dinleyince, hep içe attıkça her şey çözülüyor mu prensesim? Bu sarayda bin tane kural bir varsa birini bile çiğnemediniz, sanki birini çiğneseniz değil saray dünya başınıza yıkılacaktı.
Zamanla içinize gömdüğünüz her duygunun körü oldunuz; başka insanlarda bunları tanıyamadınız. Sonra bu körlük sizde korku oldu, korku kontrol etme arzusu. Başlangıçta kendinizi bırakabiliyordunuz ama hayal kırıklığı o kadar reddedilemez oldu ki karşı tarafa alan bırakmayıp onları silikleştirdiniz; onlar da bilendiler."
Prenses şaşırmış.
Onun için böyle yanarken ayna nasıl böyle sakin, nasıl böyle her şeyi matematik gibi anlatabilirmiş.
Aynanın hiç mi duyguları yokmuş?
Prensesin hayatta hiç olmadığı kadar sarılıp sarmalanmaya, biraz anlayışa ihtiyacı varmış. Ama tek bulabildiği aynanın bu buzdan keskin, ateşten ağır sözleri olmuş. Prenses bu sözleri dinlemiş dinlemesine anlama, bu sözlerin tesir etmesi, onları anlaması için daha çok zaman geçmesi gerekecekmiş.
Kederden yorgun, hıçkırıklar içinde uyumuş prenses. Günlerce ateşler içinde yanmış, kendine gelmesi çok uzun sürmüş.
Aşk acısının izleri silindikçe kılları da dökülmeye başlamış ama yerleri duruyormuş. Kök varlığını hissettiriyormuş. Velev ki prenses bu sefer aşka düşmek değil aşkı seçmek istiyormuş.
Prenses durup durup acaba nasıl biri olmalı diye düşünüyormuş.
Müzikten anlamalı,
Ahlakı, etiği düzgün olmalı,
Sanata yatkın olmalı.
Eski bir lanette şöyle denir, "Umarım Tanrı size istediğiniz her şeyi verir,". Prensesinki de öyle olmuş, öyle biri çıkmış ki karşısına istediği her şeymiş.
Yetim büyümüş, hayatta her şeyi zorla elde etmiş, birçok dalı kurumuş, mücadeleci bir çocuk.
Güzel sesiyle beraber prenses onun bu mücadeleci haline hayran kalmış. Onu şefkatle sarmak, bugüne kadar kimseden görmediği sevgiyi ona kendisi vermek istiyormuş. Ona bakınca içinde korumacılık duyguları uyanıyormuş.
Bu çocuk sıradan bir tiyatro oyuncusuymuş, ne çok zengin ne çok rütbeli olmadığından prensesle olabileceğine ihtimal bile vermiyormuş. Prensese uzaktan uzağa aşık olmayı kaderi zannederken bir gün aşkına karşılık alınca aklı bunu hiç almamış.
İnanamamış.
Çok iyi anlaşan çiftimizin arasına yollar girmiş önce, çocuğun turneye çıkması gerekmiş.
Mektuplar, şiirler, hasret...
Çocuk turneden döndüğünde ise rüzgarın yönü değişmeye başlamış. Çocukların yaptıkları oyun çok beğenilmemiş. O kadar kötüymüş ki artık yeni oyun çıkarmaları mümkün değilmiş. Çocuk mecburen bir yerde arabacı olarak işe girmiş.
Bu işten dolayı prensesle buluşmaları son derece zor oluyormuş, bazen geceleri çalışıyor, geceyi gündüze karıştırıyormuş.
Prenses sızlanıyor, bu da çocuğun daha da uzaklaşmasına sebep oluyormuş. Çocuğun yaşadığı zorluklara şefkat göstermeye çalışıyor, daha çok üstüne titriyor, ama bir şeyler olmuyormuş.
En son çocuk ayrılmak istemiş.
"Anlamıyorsun," demiş.
Ağzında altın kaşıkla doğmuşsun, ne istediysen olmuş.
Her istediğin olmuş,
Her istediğinin olmasına alışmışsın.
Bana da lanetler olsun ki bunu biliyordum, lanetler olsun ne biliyorsam.
Ben senin yavru köpeğin gibi, oyuncağın gibiyim.
Bana acıyor musun yoksa beni erkeğin olarak mı görüyorsun, belli değil.
Bütün bu içerleme, bu hınç prensesin en son beklediği şeymiş. Sanki bir duvara yaslanmış da duvar çökmüş gibiymiş.
Prensesin açıklama çabaları, her şefkatli sözü karşısında daha da hiddetlenmiş. Sanki küfür duysa rahatlayacakmış. Daha acı daha keskin sözler dökülüyormuş ağzından.
Yapacak hiçbir şey yokmuş.
Prenses sessiz sedasız, çökkün dönmüş odasına.
Önce hiçbir şey olmamış, öyle boşluğa bakmış. Sonra kalkmış aynaya bakmış. Hiçbir şey görmeden almış aynasını kendine lanetler ederek yere çalmış.
Kendi acısını duymaya bırakana kadar öyle kalmış odada. Ayna bin parçaya dönmüş be parçaların hepsi ülkenin her yerine dağılmış.
Prensesin o anda umrunda değilmiş, zaten demiş bu ayna neymiş ki böyle?
Oysa bilmediği şey artık kendisinin aynanın diğer tarafında yaşadığı, benliğinin o yaşta o anda hapis kaldığı imiş. Her kim ki aynasını kırar, ayna onu kendine hapsedermiş.
Bu laneti bozmanın tek yolu kırılan aynanın bir parçasını bulup o bir parçayı yüreğine batırıp kanatan yeni bir aynanın sahibi olabilirmiş.
Prenses önce farkında olmadan her sözde bir umut, her gözde bir çare arayarak aynasından ona bir parça gösterecek birini arayıp duruyormuş. Sonraları bu masal "ayna dilencisi" diye dilden dile anlatılıp durmuş.
Ne zaman ki birinde eski aynasından bir parça bulacak, elleriyle onu yüreğine batıracak zaman onun için yeniden akmaya başlayacakmış.
Gökten üç elma düşmüş,
biri sürekli aynı yerden kırılanlara,
biri aynasını kaybetmiş dervişlere,
biri de aynasını yüreğine batırarak kanayanlara...
SON