7 Ekim 2020 Çarşamba

Aynasını Arayan Prenses-2

Olmasaydı Sonumuz Böyle

Yüreğindeki bu karmaşa ile ne yapacağını bilemeyen prenses kendisini sarayın işlerine vermiş. Komşu iki ülkede savaş varmış, bu yüzden kendileri de tetikte her an bir saldırı ihtimaline karşı hummalı bir çalışma halindelermiş.
 Prens kitabî olarak çok şey bilse de onları uygulamaya geçiremiyormuş, o yüzden bir çok şeyi çekip çeviren prenses olmuş.
 Prenses artık neyin hakiki neyin aldatmaca olduğunu karıştırdığı niyetlere kör bir gözün sahibiymiş. Sanki şimdi her yere ve her şeye fazla, hiçbir yere sığamayacak haldeymiş.
 Akşamlar sakin, Kaf Dağı bütün haşmetiyle ötelerdeymiş. Prenses zannetmişti ki bir prens gelecek, onun için Kaf Dağı'nın ardından anka kuşunun tüyünü getirecek ve bundan sonra mutlu mesut yaşayacaklar.
 Bir gün yine akşam gün batımını izlerken yanına bir falcı yaklaşmış. Elinde bir tas su varmış.
 -Yazgından korkmuyor musun çocuğum demiş. İçindeki korkunun dile gelmesinden korkan prenses donup kalmış. Falcı ondan tastaki suya üflemesini istemiş. 
 -Prensesim, demiş falcı, o hep baktığın aynanın ve ayın hep aydınlık yüzünü görmüşsün. Orada hep bir prenses görmüşsün, hep ona yakışan olmuşsun. Prensesim bu kızın adı nedir? Aynanın arkasındaki yüzle tanış, tanış ki seni olacaklardan ancak o koruyabilir. Seni bir ateşin ortasında yanarken görüyorum. Karşına biri çıkacak, iki aynalı biri. O aynaların yüzü birbirine bakmıyor. Eğer ki kendi aynanın sırrına vakıf olamazsan bu kişiden kaçabildiğin kadar kaç. Yoksa yanacaksın, kolay kolay sönmeyecek. 
 Prenses günlerini siperlerde, sığınaklarda geçiriyormuş. O hiç farkında bile değilken onu uzaktan izleyen biri varmış. İnce, uzun boylu, gür bıyıklı bir asker. Prensesle bir an olsun konuşabilmek için elinden geleni yapıyormuş. Prenses ise konuşmaktan çekiniyor, artık bir daha canı yansın istemiyormuş. Bütün bu çekingenlik ve gizem askerin arzusunu daha da kamçılıyor, prensesle konuşmak için her bahaneyi kullanıyormuş. Prensese sürekli aşktan, sanattan, şiirden, yücelikten söz ediyormuş. Bunları duyan prenses lotus çiçeği gibi açılmaya başlamış. Nihayet sanki biri onu anlıyor, onu prenses olduğu için değil ruhu için seviyormuş. Dere kenarlarında, akşam sefalarını izlerken, etrafta bir sürü çocuk sesi çınlarken durmadan usanmadan konuşmuşlar. Belki sonradan sorsanız ne konuştuklarını bile bilmiyorlarmış. 
 Prenses sanki bir ömrün susuzluğunu giderircesine kana kana içmiş bu aşktan. Suyun nereden geldiğine bakmadan, Bulanık mı, zehirli mi aklına bile getirmeden... Susuzluğun her şeyi güzelleştiren tadıyla sanki dünyadaki en güzel şerbeti içer gibi içmiş. Aşk sarhoşluğu ile kanmışlığı ile çok mutluymuş prenses. Mutluluğu etrafındaki herkesin dikkatini çekmiş, sanki gözlerinde ayın ışığı parlıyormuş.
 Sonra prenses bu suyun bedava olmadığını, ödemesi gereken bir bedel olduğunu öğrenmiş. Bu suyun geldiği yerde bazen suya karışan bir zehir oluyormuş, ne zaman geleceği belli olmayan ve asla özür dilemeyen bir zehir.
 Zorbalık zehri. 
Asker bu suyun içine ilk zorbalık zehrini kattığında prenses şaşırıp kalmış. Ama hiçbir şey dememiş. Anlık bir şey olduğunu düşünmüş. İçinin yandığını hiç belli bile etmemiş. Sonra bu zehir suya daha çok karışmaya başlamış. Ama prenses bu suyu içememekten öyle korkuyormuş ki zehrin adını bile ağzına almıyor aynalı odasına çekilip içindeki yangının sönmesini bekliyormuş. Sonra göğsünde yaralar çıkmaya başlamış. Bunları kimse görsün istemiyormuş ama yaralar çok yavaş iyileşiyormuş. Sonunda çareyi bir koca karıya gitmekte bulmuş. Kocakarı ona bir merhem vermiş, bu demiş sana iyi gelecek ama içindeki bazı şeyleri de dışarıya atabilir, demiş. Bu merhemle yaraları hemen geçiyormuş geçmesine ama göğsünde bir erkeğinki gibi kıllar çıkmaya başlamış. Prenses bu kıllara anlam verememiş. 
 Gel zaman git zaman su prensesi öyle bir zehirlemiş ki yara prensesin yüzünde çıkmış. Ve orada, yeter, demiş prenses. Artık susuzluktan ölsem, bir daha böyle bir su içmeyecek olsam, içmeyeceğim.,
 Asker oracıkta ayaklarına kapanmış. Dilinden aşk nağmeleri dökülmüş. İlk defa bu zehirden prensesin canını yandığını gören askerin dilinden itiraflar dökülmüş.
 "Çocukluğum hastalıklı ve mutsuz geçti. Bütün bir hayatımı bunu aşmaya çalışarak geçirdim, bu yüzden asker oldum. Bu hastalık bana şiire, sanata uygun bir derinlik verdi ama aynı zamanda içimde bu karanlık ve aşağılık zehri bıraktı. Sen çok aydınlıktın prenses, bu aydınlık benim içimdeki karanlığı da aydınlatsın istedim. Ama benim karanlığım ben hiç fark etmeden seni zehirlemiş. Ben sana zarar verdikçe ve sen sustukça kendimi işe yaramaz, annesine babasına vurmaya çalışan bir çocuk gibi hissettim. Sanki sana hiçbir şey olmuyordu. Daha derinden vurmak, kendi gücümü görmek için canının yandığına şahit olmak istedim. Işığın kaybolmadı belki ama donuklaştı... Sana verdiğim zararı önceden görebilseydim asla böyle olmazdı. Affet beni." 
Artık her şey için çok geçmiş. 
 Son bir veda sözcüğü için bile. 
 Prenses saraydaki odasına sönmüş. Başı dik ve mağrur.
 Aynasına bakmış ve dizlerinin üzerine çökmüş.
 Yaralı yüzünü, göğsündeki kılları, içindeki yangının gözlerine vuran alevini görmek istemiş. 
 Ama parça parça şeyler görmüş. 
Yer yer sırları dökülen ayna yok olmaktaymış. Prenses korku içinde kalmış. Hıçkırıklar içinde aynaya yaslanmış. 
 Ne olur demiş, ne olur bir şey söyle. Neden böyle oldu?
 Ve ayna dile gelmiş..

" Aynaya ne tutarsanız size sadece tuttuğunuz yüzü yansıtır, siz buraya hep aydınlık yüzünüzle geldiniz prensesim. Oysa bir insan bundan çok daha fazlasıdır. Büyürken yaşadığınız hayal kırıklıklarını, prensle olan meselenizi , annenizin yüksek beklentilerini, öfkenizi değil aynaya getirmek kendinize bile itiraf etmediniz, ama zannettiniz mi yok oldular. Hep söz dinleyince, hep içe attıkça her şey çözülüyor mu prensesim? Bu sarayda bin tane kural bir varsa birini bile çiğnemediniz, sanki birini çiğneseniz  değil saray dünya başınıza yıkılacaktı. 

Zamanla içinize gömdüğünüz her duygunun körü oldunuz; başka insanlarda bunları tanıyamadınız. Sonra bu körlük sizde korku oldu, korku kontrol etme arzusu. Başlangıçta kendinizi bırakabiliyordunuz ama hayal kırıklığı o kadar reddedilemez oldu ki karşı tarafa alan bırakmayıp onları silikleştirdiniz; onlar da bilendiler."

Prenses şaşırmış. 

Onun için böyle yanarken ayna nasıl böyle sakin, nasıl böyle her şeyi matematik gibi anlatabilirmiş.

Aynanın hiç mi duyguları yokmuş? 

Prensesin hayatta hiç olmadığı kadar sarılıp sarmalanmaya, biraz anlayışa ihtiyacı varmış. Ama tek bulabildiği aynanın bu buzdan keskin, ateşten ağır sözleri olmuş. Prenses bu sözleri dinlemiş dinlemesine anlama, bu sözlerin tesir etmesi, onları anlaması için daha çok zaman geçmesi gerekecekmiş.

Kederden yorgun, hıçkırıklar içinde uyumuş prenses. Günlerce ateşler içinde yanmış, kendine gelmesi çok uzun sürmüş.

Aşk acısının izleri silindikçe kılları da dökülmeye başlamış ama yerleri duruyormuş. Kök varlığını hissettiriyormuş. Velev ki prenses bu sefer aşka düşmek değil aşkı seçmek istiyormuş. 

Prenses durup durup acaba nasıl biri olmalı diye düşünüyormuş.

Müzikten anlamalı,

Ahlakı, etiği düzgün olmalı,

Sanata yatkın olmalı. 

Eski bir lanette şöyle denir, "Umarım Tanrı size istediğiniz her şeyi verir,". Prensesinki de öyle olmuş, öyle biri çıkmış ki karşısına istediği her şeymiş. 

Yetim büyümüş, hayatta her şeyi zorla elde etmiş, birçok dalı kurumuş, mücadeleci bir çocuk.

Güzel sesiyle beraber prenses onun bu mücadeleci haline hayran kalmış. Onu şefkatle sarmak, bugüne kadar kimseden görmediği sevgiyi ona kendisi vermek istiyormuş. Ona bakınca içinde korumacılık duyguları uyanıyormuş.

Bu çocuk sıradan bir tiyatro oyuncusuymuş, ne çok zengin ne çok rütbeli olmadığından prensesle olabileceğine ihtimal bile vermiyormuş. Prensese uzaktan uzağa aşık olmayı kaderi zannederken bir gün aşkına karşılık alınca aklı bunu hiç almamış. 

İnanamamış.

Çok iyi anlaşan çiftimizin arasına yollar girmiş önce, çocuğun turneye çıkması gerekmiş. 

Mektuplar, şiirler, hasret...

Çocuk turneden döndüğünde ise rüzgarın yönü değişmeye başlamış. Çocukların yaptıkları oyun çok beğenilmemiş. O kadar kötüymüş ki artık yeni oyun çıkarmaları mümkün değilmiş. Çocuk mecburen bir yerde arabacı olarak işe girmiş. 

Bu işten dolayı prensesle buluşmaları son derece zor oluyormuş, bazen geceleri çalışıyor, geceyi gündüze karıştırıyormuş.

Prenses sızlanıyor, bu da çocuğun daha da uzaklaşmasına sebep oluyormuş. Çocuğun yaşadığı zorluklara şefkat göstermeye çalışıyor, daha çok üstüne titriyor, ama bir şeyler olmuyormuş.

En son çocuk ayrılmak istemiş.

"Anlamıyorsun," demiş.

Ağzında altın kaşıkla doğmuşsun, ne istediysen olmuş.

Her istediğin olmuş,

Her istediğinin olmasına alışmışsın.

Bana da lanetler olsun ki bunu biliyordum, lanetler olsun ne biliyorsam.

Ben senin yavru köpeğin gibi, oyuncağın gibiyim.

Bana acıyor musun yoksa beni erkeğin olarak mı görüyorsun, belli değil.

Bütün bu içerleme, bu hınç prensesin en son beklediği şeymiş. Sanki bir duvara yaslanmış da duvar çökmüş gibiymiş. 

Prensesin açıklama çabaları, her şefkatli sözü karşısında daha da hiddetlenmiş. Sanki küfür duysa rahatlayacakmış. Daha acı daha keskin sözler dökülüyormuş ağzından.

Yapacak hiçbir şey yokmuş.

Prenses sessiz sedasız, çökkün dönmüş odasına.

Önce hiçbir şey olmamış, öyle boşluğa bakmış. Sonra kalkmış aynaya bakmış. Hiçbir şey görmeden almış aynasını kendine lanetler ederek yere çalmış.

Kendi acısını duymaya bırakana kadar öyle kalmış odada. Ayna bin parçaya dönmüş be parçaların hepsi ülkenin her yerine dağılmış. 

Prensesin o anda umrunda değilmiş, zaten demiş bu ayna neymiş ki böyle?

Oysa bilmediği şey artık kendisinin aynanın diğer tarafında yaşadığı, benliğinin o yaşta o anda hapis kaldığı imiş. Her kim ki aynasını kırar, ayna onu kendine hapsedermiş.

Bu laneti bozmanın tek yolu kırılan aynanın bir parçasını bulup o bir parçayı yüreğine batırıp kanatan yeni bir aynanın sahibi olabilirmiş. 

Prenses önce farkında olmadan her sözde bir umut, her gözde bir çare arayarak aynasından ona bir parça gösterecek birini arayıp duruyormuş. Sonraları bu masal "ayna dilencisi" diye dilden dile anlatılıp durmuş. 

Ne zaman ki birinde eski aynasından bir parça bulacak, elleriyle onu yüreğine batıracak zaman onun için yeniden akmaya başlayacakmış.

Gökten üç elma düşmüş,

biri sürekli aynı yerden kırılanlara,

biri aynasını kaybetmiş dervişlere,

biri de aynasını yüreğine batırarak kanayanlara...


SON



4 Ekim 2020 Pazar

Aynasını Arayan Prenses

Saçlarım Daha Uzunken





Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde bir kral bir oğlu olmuş.

Şanım soyum yürüyecek diye düşünmüş kral. Davullar çalınmış, kırk gün kırk gece şölenler kurulmuş.
Oğlan azcık büyüyünce bir çocuk daha yapmışlar, ama bu sefer kız olmuş. 

Kral çok mutluymuş, onu pamuklara sarıp sarmalayacak, hep mutluluk ve huzur içinde yaşatacakmış. Ama ailenin büyükleri pek de öyle düşünmüyormuş.
Ah, prenses mi, nasıl olsa evlenip gidecek diyorlarmış. O bu aileden sayılmaz. Bize erkek çocuk gerek. 

Kralın sonradan bir çocuğu daha olmuş, yine kız. Böyle olunca büyük ağabey nasıl olsa ben tek erkek çocuğum diye har vurup harman savurmuş. Ne yapsa görmezden gelinmiş, çünkü o soyun ve ülkenin tek umudu imiş. 
Şimdi böyle olsun diyorlarmış, nasıl olsa şehzadelik uzun bir yol. O da zorlu görevlere, savaşlara gidecek, uzak diyarlarda valilikler yapacak. Bu görevlere giden ağabey sürekli başarısızlıklar göstermiş, kendini yeri gelmiş içkiye vurmuş, yeri gelmiş çok çalışmış ama hep kız kardeşlerinden destek almış. 
Kızlar da annelerinden düzgün davranmayı, temizliği, kibarlığı, çalışkanlığı öğrenmişler.
Gittikleri her yerde sarayı temsil ettiklerini asla unutmamışlar.  Her yerde düzgünlükleri ve uslulukları ile takdir toplamışlar. 

Küçük kardeş okuyup alimlerin arasına katılmaya karar vermiş.

Ortanca kardeş ise evlenip kendi yuvasını kurmak istiyormuş.
İlk aday ülkenin önde gelen vezirlerinden biriymiş. Devlet işinde pek de mahirmiş. Prenses ile nişanlanmışlar. Bu vezir sıradan bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ama  ailesi de ondan çok beklentiler içindeymiş. Hırs ve çalışma ile kısa zamanda büyük yerlere gelmiş. 
Hep okumuş hep çalışmış.
Hiç eğlencesi yokmuş. O kadar çalışırmış ki evini hiç temiz tutamaz, kimi zaman yıkanmaya bile vakit bulamazmış.
Bir gün prenses vezirin hasta olduğunu öğrenip evine gitmiş. Bakmış ki ev pislik içinde, hemen bütün evi temizlemeye koyulmuş. Vezire de çorba ve ıhlamur yapmış. Vezir buna çok şaşırmış. Kimse demiş daha önce kimse benim için böyle bir şey yapmadı. 
Böyle demiş demesine de kendine gelince hemen tekrar çalışmaya koyulmuş. 
O günden sonra prenses evin hizmetçisi gibi olmaya başlamış. Evin düzgün olması onun için o kadar önemliymiş ki o halde bırakamıyor gelir gelmez düzenlemeye koyuluyormuş.
Vezir çalışırken onu rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor, evi düzgün tuttuğu için ondan takdir bekliyormuş.
Prenses bir yandan bu işleri yapsa da bir yandan da vezire anlam veremiyormuş. Nasıl bu kadar düzensiz ve özensiz olabiliyor diyor, onu düzeltmeye çalışıyormuş.
Vezir de prensese bakıp, bu nasıl prenses, kendisi için hiç hayali yok, hiçbir şey için çabalamıyor. Ev kimin umrunda ki?
Vezirin hırsı prensese çok bencilce gelmeye başlamış, vezir demiş etrafındaki hiç kimseyi düşünmüyor.

Artık birbirlerine tahammül edemedikleri bir yerde nişanı bozmaya karar vermişler.
Ama prensesin içi acıyormuş. Onun için o kadar şey yaptım. Kariyerinde yükselmesi için, sağlığı için ne gerekiyorsa yaptım. Neden böyle nankör?
Vezir de şöyle diyormuş, beni hiç olduğum gibi sevmedi. Bendeki güzelliği hiç görmedi. Hep eksiklerimi yüzüme vurdu. Sanki çocukmuşum gibi hep azarladı diyormuş. 

Prenses saraya dönmüş. Ama aynasına baktığında artık kendini olduğu gibi göremiyormuş. Aynada gölgeler varmış. Başka her şeye baktığında net gören gözleri kendini aynada karanlıklar içinden görmeye başlamış. 

Vezirle ilişkisi neden yürümemiş anlayamıyormuş. 
Her şeyi çok düzgün yaptım diyormuş. Ne olur geri dön. 
Prensesim ben. 
Geri dön. 
Ama vezir bir daha hiç dönmemiş.
Prenses'in o zamanlarda müzik kutusunda "şimdi ne yapar kim bilir" şarkısı çalıyormuş.
Ama vezir bunu hiç hayal edememiş. Çünkü prensesin aynası ona hiç görünmemiş. Çünkü ne onun aynasında içinde hırs olmayan hiçbir şey görünemezmiş. 





Aynadaki gölgelerde yüzünü arayan prenses bir gece rüyasında bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Arap görmüş.

- Bu aynalarda kendini bulamayacaksın, senin görüntün uzaklarda bir su kıyısında, demiş ona.


Bu rüyayı gören prenses babasının huzuruna çıkmış. 

-Kıymetli babam, bu sarayda çok uzun kaldım. Artık bu duvarların dışındaki hayatı görmek istiyorum. Yeşillikleri, ağaçları, bahçeleri...

Kızının içten içe ne kadar üzüldüğünü bilen babası onun kız kardeşinin kuzeydeki av köşküne göndermiş. 

Günler günleri kovalamış. Prenses burada yoksul insanlara yardım ediyor, kalan zamanlarda da bahçe işlerini öğreniyormuş. İlk defa saraydan bu kadar uzaktaymış. İntizamlı davranışları, titizliği ile gittiği her yerde kendini sevdiriyormuş. 

Yine de başkentten ne zaman birileri gelse vezir mi diye düşünmeden duramıyormuş.

Bir gün yine çiçekleri budamaya giderken çağlayan bir su sesi duyup yönelmiş. 

Ufak bir şelale ile çağıldayan bir ırmakmış burası. 

Önce taşlara basmaya çekinmiş, ya ayağım kayar da düşersem diye korkmuş.

Sonra rüyasını hatırlamış. Bir hamle ile taşların üzerine sıçrayıp dengesini sağlamış.

Eğilip bakmış, suda kendisini görmüş.

Gülen gözlerini,

Gençliğini

Güzelliğini,

Uzun saçlarını...

Saçlarını...

Saçlarında yaşadıklarının yükünü görmüş. Bütün bu sıkıştığı kalıpları, uykusuz gecelerini, gölgeler içindeki aynasını. 

Gülleri budamak için taşıdığı makasla saçlarını orada kesip ırmağın akışına bırakmış.

O günden sonra eski neşesi yerine gelmiş, yine çalışkan yine düzenliymiş ama sanki ruhunda bir özgürlük kıvılcımı alev almış, küçücük için için yanmaktaymış.

Prensesin gülümsemesi yerine gelince etrafında onunla evlenmek isteyen erkekler de çoğalmış.

Bunlardan biri de başkentten aldığı ipekleri, kumaşları, zümrütleri ülkenin her yerine dağıtan zengin bir tüccarmış.

Bu tüccar gönül işlerinde pek tecrübeliymiş. İpeğin ve altının dilini bildiğinden kadınları pek iyi anlar, istediği kadının kalbini çalarmış.

Allem etmiş kallem etmiş, prensesin gönlüne girmiş. Prensese başkentten ne isterse getirirmiş.

Sırf o hasta diye işini bırakır köşke gelirmiş. Her geldiğinde elinde dünyanın bambaşka yerinden çiçekler olurmuş. 

Prenses. Alışmış. 

Dünyanın bundan sonra hep böyle döneceğini zannetmiş.

Sudaki yaprak gibi kendini akışa bırakmış.

Sonra tüccarın köşkte kalışları uzamaya başlamış, onunla davetlere gitmeye başlamış.

Prenses başka bir yüzünü görmüş tüccarın. Aslında saray nizamını hiç bilmeyişini. Bu adam nerede nasıl konuşulur, kime ne anlatılır, nasıl oturulur, nasıl kalkılır hiç bilmiyor. Sürekli kendinden söz ediyormuş. 

Kendi durumunu o kadar bilmiyormuş ki etraftaki insanların küçümseyici bakışlarını asla fark etmiyormuş.

Prenses utanmış. 

Önüne dünyaları seren bu adam kaba saba, yol yordam bilmez sığ bir satıcı imiş sadece.

Çok iyi bir tüccar olduğundan her şeyi ürününü satacak kadar öğrenmiş ama devamından haberi yokmuş.

Bu sığlık, bu eğitimsizlik prensesin ruhuna dar gelmeye başlamış.

Ama bu uzak yerde bu şımartılmalar, bu el üzerinde tutulmalardan vazgeçemiyormuş.

Bu yüzden başkente dönmeye karar vermiş, tüccarı ve kendini evinde görmek istemiş.

Bu sefer önüne gerçeğin başka bir yönü serilmiş. 

Bütün bu hediyeler, bu ilgi aslında tüccarın kendine tuttuğu bir ayna imiş. Her şeyi herkese ne kadar iyi bir aşık olduğunu göstermek için yapıyormuş, kendini vazgeçilmez kılmak istiyormuş.

Prensesin yüreğindeki zayıflığı da gördüğünden her yaptığı ile kendi aynasında kendi görüntüsü daha da büyüyormuş. 

-Benim gibisini bulamazsın, diyormuş prensese. Kimse sana bunları yapmaz. 

Prenses artık iyice ona ait gibi hissettiğinde ilgisini de azaltmış. Başka bir şehirde sürekli onunla zaman geçiren adam başkente döndüğünde günlerce aramamaya başlamış. 

Yüreğini eline alan prenses tüccarı bırakmaya karar vermiş. Tüccar çocuk gibi diretmiş. 

-Sen kim oluyorsun da beni bırakıyorsun, demiş. Prensesin özleyip ona döneceğini düşünmüş.

Ama bu hiç olmamış. Prensesin artık bu göz boyamalara karnı tokmuş ama içinde anlam veremediği bir kızgınlık varmış.

Odasındaki aynasına gelip bakmış. Ne görsün.

Ayna. Bozulmuş. Artık belirli yerlerde daha büyük belirli yerlerde daha küçük gösteriyormuş. 

Prenses artık aslında neyin ne kadar büyük olduğunu göremiyormuş. 


1. Bölümün Sonu

8 Ocak 2020 Çarşamba

Avatar-The Last Airbender




                                        
                                                   Kısım 1: Four Nations 

Her zaman muhteşem kararlar verebilen biri olmamdan dolayı 2 sene anime izleyemedim. Bu kadar özlemden sonra kendisine çok benzetildiğim Azula’ya olan merakıma yenik düşüp dönüşümü Avatar’la yaptım.

İlk sezondan üçüncü sezona sürekli güzelleşen bir seri. İnsan ilk sezonu sırf meraktan izliyor, öyle bir etkilenme bir iç görü hiçbir şey yok. Ama hikaye ilerledikçe insanın içine sızıyor.

İroh reisin ( keşke herkesin bir İroh amcası olsa) dört elementi ve onların insana kattığı özellikleri anlattığı bölümden de yola çıkarak biraz da  etrafımdaki insanlar Avatar evreninde yaşasa kim olurdu ya da en azından hangi ulusa ait olurdu diye düşünmeye başladım.


Başlangıçta bu yazıyı yazmayı gereksiz buldum; hepimiz aynı şeyi izlemiyor muyuz ama bu birazdan anlatacaklarımı kime anlatsam pek de öyle düşünmediklerini gördüm. Hatta birine kendisinin hangi ulusa ait olduğunu bilemiyor diye kızdım. Çünkü ben böyleyimdir, bir şeyi ben anlıyorsam herkes anlıyordur. Eğer ki anlamıyor ya da çıkarsamıyorsa kesin uğraşmıyordur ya da önemsemiyordur. Başka türlüsü olamaz.

En büyük ulus, toprak. Hayatın her zorluğuna göğüs gerebilen, dayanıklı, kuvvetli insanların memleketi. Bir taşı bir toprağı bükebilmek için önce buna dayanabilmek gerekiyor. Sorunları ile yüzleşmeyi iyi bilenler iyi toprak bükücüler oluyorlar. Hayatın kimseye tamamen  iyi davranmadığı ama zorlamanın binbir çeşit yolunu bildiğini düşünürsek yaşamın ta kendisi toprak halkının çokluğunu ve çeşitliğini anlatıyor.
İyi bir toprak bükücü ise zorluğu dimdik karşılayabilmesi ile beraber beklemeyi bilmesi ile de öne çıkıyor. Her şeyden önce sakin kalıp beklemeyi bilen, karşısındakine göre hareket eden, onun adımlarını gözleyen.
Köz Tiyatrocuları bölümünde kendini olduğu gibi kabul edebilen sadece Toph idi, diğerlerinin kendilerini kabul etmeleri çok kolay olmamıştı.
Toprak bükücüleri bu kadar dayanıklı yapılarının altında belki de en çok zorlayan şeylerden biri de sistemsel değişime olan dirençleri. Bir toprak bükücü malzemesi itibariyle kendisi olarak değişemez. Ateşle pişebilir ( lava da dönüşebilir), su ile yumuşayıp bataklığa dönüşebilir. Birinin acı verici süreci diğerinin içine çekerek öldüren hapsi ile bu değişimlerle baş etmek son derece korkutucu olabilir.
Toprak Kralı ve Ba Sing Se’yi düşününce bir sistem olarak toprağı daha iyi anlıyoruz. Kader, şükür, gelenek…Bütün o dışarıya kapalılık içerisinde, dışarıya her şey iyi izlenimi veriliyor. Sistem kendi kendini anarşi ile yönetiyor, kral sadece kültürel bir sembol. Toprak  Krallığı iç ve dış arasındaki duvarların birçok şeyi görünmez kıldığı bir yer. Çünkü toprak içerden gizli yollar açmaya çok müsait bir doku.
Su. Değişime adapte olabilmek. Şüphesiz su bildiğimiz anlamda zekanın tanımıdır. Doğada en güçlü olmadığı halde  insanın kendisini bu noktaya getirmiş olan, değişime uyum sağlayabilmesi. Su kabilesinin bu kıt olanaklarla pratik zeka gösterisini seride en çok Sokka’da görüyoruz, onun her daim bulabildiği planlarında. Suyun arıtma gücünü ise iyileştirme yeteneği olarak Kotara’da görüyoruz. Ve onda su kabilesinin en temel özelliklerinden birini daha, empatiyi de görebiliyoruz.
Bütün bu özelliklerin içerisinde su kabilesi neden kendi geleneklerine toprak gibi dışardan değil de içerden bağlı. Çünkü su doğası gereği bozulmaya yatkındır. Kendi varlıklarını korumaları, kendi kendilerini devam ettirebilmeleri için bu gelenekleri korumaları gerekir. Yoksa özelliğini kaybeder. Ve su yok olduğunda, su elde etmenin yolu ancak başkalarındaki canı tüketmekten geçer.
Hava. Şüphesiz sürekli güzümüzün önünde olsa da hakkında az şey bildiğimiz göçebeler, hava bükücüler. Nefesin gücünü anlamış, özgürlüğün dünyevi olan ile bağlarını keserek olabileceğini kavramış kimseler. Bir hava bükücü su bükücüden farklı olarak kendi varlıkları ile her durumda kendilerine yer bulabiliyorlar. Ele avuca sığmazlık da burada söz edilebilir.
Ve Aang’ın finalde gösterdiği iç savaştan da şunu anlıyoruz. Bu özgürlük belirli vazgeçişlerle olduğu kadar aynı zamanda belirli etik değerlere korkunç bir bağlılık ile geliyor.
Ve derinliği ruhaniliği en çok beklediğimiz yerde şunu da görüyoruz. Eğlence, neşe, dans. Çünkü özgürlük bu demektir. O sahip olduklarımız bizi ne kadar ağırlaştırıyor.

Ve ateş: arzu ve güç. Ateş ulusu seride korkulan bir yerde duruyor. Ayraca su, toprak ve havadan farklı olarak insanın dışardaki bir maddeyi değil kendi içindeki enerjiyi, yaşamı, öfkeyi bükmesi ile elde ettiği bir şey ateş. Kişi ancak kendi içindeki bir şeyleri kontrol ederek ateşi bükebilir. Bu yüzden irade ve arzu ateş bükmenin merkezinde. Ateş bükücüler volkanlarla dolu tehlikeli yerlerde yaşıyorlar. Gelişmişler, ilerdeler. Bir noktada herkes kendileri gibi olsun istiyorlar, ilk bakışta çok masum bir arzu gibi. Akla biraz Horkheimer’i getiriyor: “Ne var ki tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıyor.” Ateş bükücüler de  savaşın da etkisiyle son kertede eğlenemeyen, hedef odaklı kimselere dönüşüyorlar.
Ve ateş kontrol etmesi zor doğası sebebiyle sağlam bir iç disiplin istiyor. Çünkü ısıtan ve hayat veren olduğu kadar en kolay yok eden de ateş.
Bu yazının ilk kısmı idi. Kendimce 4 ulusu bunların hikayedeki konumlanma şekillerini anlattım.Yazının ikinci kısmında bunların birbiri ile ilişkisini, gündelik yaşamda kendi gördüğüm insanlarda bu elementlerin izlerini, bana ışık tuttuğu noktalar ile Avatar’ı anlatmaya düşünüyorum.
Umarım bu yazı size de kendinize ve hayata yönelik bir kavrayış için bir kıvılcım olmuştur.

Sincerely yours,
B.