23 Aralık 2019 Pazartesi

Nalan





Kısım 3- Eve Dönüş

“Sevgilim yarim şimdi yok burda
Ne yapsam dönmez dönmez ki bir daha.”

“Gözlerimizin önünde eriyip gidiyorsun. Ne olurdu konuşsaydın, kaldır şu engeli, kendin için. Sonra yine engelle ama böyle olmuyor.” Herkesten aynı şeyi duyuyordum.
Ama ne diyecektim? Kafamda iki tane Allison vardı, bir sürü de olasılık. Sonra o gün o konuşmadan sonra bütün ihtimallerin ötesinde bir tane ben olduğumu ve bunun en merkezinde kendi kırgınlığımın tek sesini buldum.

“But the truth, he knows, is otherwise. His pleasure in living has been snuffed out. Like a leaf on a stream, like a puffball on a breeze, he has begun to float towards his end. He sees it quite clearly, and it fills him with (the word will not go away) despair. The blood of life is leaving his body and despair is taking its place, despair that is like a gas, odourless, tasteless, without nourishment. You breathe it in, your limbs relax, you cease to care, even at the moment when the steel touches your throat.”
“Bir süre sonra organizma kendini onaracak ve ben, onun içindeki hayalet, eski halimi bulacağ̆im. Ne var ki gerçeğin böyle olmadığ̆ını biliyor. Yaş̧ama zevki tüken­miş. Bir ırmağın üzerindeki yaprak gibi, esintiye kapıl­mış, kurtmantarı gibi, kendi sonuna doğru sürüklenme­ ye baş̧lamış̧ David. Bunu açık seçik görebiliyor ve bu onun içini (bu sözcükten kurtulamıyor) çaresizlikle dolduruyor. Yaş̧ami besleyen kan damarlarından çekiliyor onun yerini çaresizlik alıyor, gaz gibi bir çaresizlik, kokusuz, tatsız, beslemeyen. Onu solursunuz, kollarınız bacakla­rınız gevş̧er, hiçbir şeyi umursamazsınız, hatta bıçak bo­ğazınıza dayandığ̆ı anda bile.”
—Coetzee
Aradım onu, ne olursa olsun diye değil, zaten ne olacaksa olmuştu. Kalbimde hayatımda ilk kez duyduğum bir sesi konuşabilmek için, çünkü bunu sadece ona söyleyebilirdim, bunun tek dinleyicisi oydu.
Biraz Scarlett O’hara gibi biraz K. Gibi hissediyordum.
Konuşmadaki hiçbir şey beklediğim gibi gitmedi. Ancak bu kadar gidemezdi.
Belki sadece ve sadece gerçeği söyleyebildiğim için, kendi iç sesimi daha derinden duyabildiğim için onunkini de duyabilmiştim.
Onun gözünde her şey daha çok arkadaşlarımın gözünde olduğu gibiydi.
Çok çok uzun bir konuşma oldu.
“Benim için fazla zeki ve disiplinlisin” dedi bana “ben senin hayatında birinci planda olamam ki.”
Sen bu çocuğa fazla zekisin diye kaç arkadaşım söyledi bilmiyorum. Bunu asla anlayamıyorum. Bunu nasıl düşünürler, hele o nasıl düşünür, nasıl dile getirir. Eğer ki herkes ağız birliği ile aynı şeyi söylemese asla bunun içinde bir gerçeklik payı olabileceğine inanmazdım, zaten meyiliyim.
Ama siz onu bir de benim gözümle görseydiniz.
Ağaçların belirli zamanları olur derdi babam, ağacı tam böyle filiz zamanı tepesinden kesersen bir daha o ağaç oradan boy atamaz, yanlarından sürgün vererek büyür. Biraz böyle geliyordu bana, sanki içindeki iyilik, idealizm bir yerlerde çok yanlış bir zamanda baltalanmış gibi. Bu yüzden yanlarından boy vermiş. Vazgeçmemiş. Kendi kendini yaratmış. Hayatta da birileri önünü açmamış, birilerininin parası, desteği, vizyonu olmamış arkasında. Bu çocuk nasıl bana göre daha az zeki olabilir? Nasıl? Bir de üzerimdeki gücü o kadar fazla, her dediğinden o kadar etkileniyorum ki sanki hiçbir şekilde kendimi savunamıyorum.
Ben kendim gibi birini istiyorum.
Aramızdaki farkları zaten uzun uzun anlattım ama şimdi o farklıyız dedi ya aynı olduğumuz bir yeri düşündüm. Hiç benzeyen bir tarafımız yok muydu?
Geçen birisi bana şu satırlardı okudu.
“The world breaks everyone and afterward many are strong at the broken places. But those that will not break it kills. It kills the very good and the very gentle and the very brave impartially. If you are none of these you can be sure it will kill you too but there will be no special hurry.”
Dünya herkesi kırar. Daha sonraları,  çoğu kırıldığı yerden güçlenir. Ama dünya, kolunu kanadını kıramadıklarını öldürüverir. Çok iyileri, çok anlayışlıları ve çok yürekli olanları hiç bakmadan öldürür. Bunlardan hiçbiri değilseniz, hiç kuşkunuz olmasın sizi de öldürecektir. Ama aceleye getirmeden”
- Hemingway

Çok iyisin dedi, şimdiye kadar kırılmış veya ölmüş olman lazımdı. Seninle tanışmak nadir bir şey. Evet dedim bu, belki aynı yerlerden kırılmadık onunla, ama benzer yerlerden darbe aldık. “Kırılmadan incelemezseniz” demiş Dostoyevski, belki ben bu yüzden biraz hoyrat ve panik kaldım. O ise her şeyi gelişine karşılayabilecek bir korkusuzluğa kavuştu. Zamanın neredeyse aynı yerinde ikimiz de kan aramış hastane bakmışız mesela.
Konuşma bittiğinde kalbim patlayacak gibiydi. Öyle gümbür gümbür. Söylesene sevdam bu nasıl veda?  Sabah geceleyin “ben karşının taksisiyim” diyerek attığı şarkıyı dinleyeyim dedim. Dinlerken bir ağladım ama hani öyle ince tek parça değil de böyle sanki beş altı yerden gözyaşlarım fışkırdı. Sanki korkunç bir şey olmuş gibi öyle bir ağladım. Ki ben çok kolay da ağlarım aslında ama böyle değil. 
Şarkının sözlerinde öyle şeyler vardı ki, benim yaşadığım bu karmaşanın içinde aslında aynı şeyi yaşamışız hissi.
“Ömründe bir kara meleğim, Nalan.”
Bunu ben onu engellediğim gün E.ye söylemiştim, sanki demiştim onunla olursam siyah kanatlarım olacak, daha özgür olacağım gibi, diye.
“Ben yara gibiyim, gönlündeki yarayı kapat nolur sal beni gideyim.”

Bu şarkıdan sonra bir şey oldu, sanki böyle duygularım ‘kurtuldu.’ Anlam veremediğim bir şekilde sevgim böyle bir hatıraya duyulan özleme dönüştü, böyle tüketen bir umut değil de nostalji. 
Kalbimin nedenini tam anlayamadığım kurtuluşundan sonra aklımdaki bu anlam verme takıntısından azad olmam lazım gibi geliyordu.
Döndüm dolaştım düşündüm durdum düşündüm.
İçimde bir boşluk var mıydı yoktum aklıma geliyor muydu evet, içim acıyor muydu hayır, böyle kırık dökük muydum hayır, ama böyle işte bir şeyler eksikti.
Bırak dağınık kalsın da diyemedim.
Her yerde Noel paylaşımları yapılırken birden aklıma geldi. ÖYLECE. Bu Yes Man filmi değil, bu Fındıkkıran balesi. Bu Çaykoyvski, hatta Matthew Bourne versiyonu.
Allison, benim Alison’um benim dünyamda ancak bir fındıkkıran, kendi dünyasında fare kralı yenen yakışıklı prens. Ben onun dünyasında ancak bir rüya karakteri, orada bile idealindeki Sugar’a prensi kaptırıp bütün rüya boyunca prense ulaşmaya çalışan yetimhane elbiseli kız.
Klasik finalde Clara rüyasından uyanır ve fındıkkıranına sarılır.
Bourne versiyonunda ise prens kendi dünyasını bırakıp Clara’nınkine gelir ve ikisi beraber yetimhaneden kaçarlar. Bourne’in Kuğu Gölü versiyonunu düşündüm, orada da prens kuğu prensle beraber oluyordu ama kendi krallığında ölüyordu.
Biz de böyleydik işte. O benim dünyamda ancak oyuncak bir fındıkkıran olabiliyordu, ben ise ancak bir rüya ziyaretçisi.
Ben bu rüyayı, bu macerayı onun kendi dünyasındaki prens halini seviyordum, kendi dünyamı bozmadığı için belki de. Peki gerçekten o dünyada kalmak istiyor muydum, hayır. Onun benim dünyama gelmesini istiyordum hem de kendi dünyasındaki ihtişamı ve karizmasıyla. Bütün bencilliğimle bütün kalbimle istedim bunu.
Ayrıca hem artık akşam olmuştu, annem merak ederdi. Çantamdaki elmalar da bitmişti. Çok yorulmuştum. Artık gerçek dünyaya dönmeliydim Clara’nın da artık uyanma zamanı gelmişti.
Henüz onun sadece fındıkkıran olduğu zamanlarda bir kitap önermiştim ona- Bitmeyecek Öykü. Orada da kahraman Fantazya’ya gitmiyor muydu, ve belki de en önemli dersi dönerken almıyor muydu. Ve Full Metal Alchemist Brotherhood’un  da öğrettiği gibi kapıdan geçmek o kadar kolay değildi.
“İnsanlar vardır, asla Fantazya'ya gidemezler,” dedi Bay Koreander. “Ve insanlar vardır, gidebilirler ama sonsuza kadar orada kalırlar. Sonra bir de Fantazya'ya gidip geri dönenler vardır. Senin gibi. İşte bunlar iki dünyayı da esenliğe kavuştururlar.” 
-Ende


*SON*

11 Aralık 2019 Çarşamba

Araftayım








Kısım 2-Flashback




Başladı mı baharın pembe?

Ben severim, gel ya da gelme



"in my life, i have often been severe toward others. it was just. i was right. now if i were not severe toward myself, all i have justly done would become injustice. should i spare myself more than others? no. you see! if i had been eager only to punish others and not myself, that would have been despicable. those who say, ‘that scoundrel javert’ would have been right. monsieur mayor, i do not wish you to treat me with kindness. your kindness, when it was for others, enraged me quite enough; i do not wish it for myself… such kindness disorganizes society. good god, it is easy to be kind, the difficulty is being just."
“hayatım boyunca sıklıkla diğer insanlara katı davrandım. haklıydım; adil olan buydu. eğer şimdi kendime katı davranmazsam adilce yaptığım bunca şey adaletsizliğe dönüşür. kendimi diğer herkesten fazla mı kayırmalıyım? hayır. görüyorsunuz! eğer sadece başkalarını cezalandırma konusunda istekli olsaydım, ve kendimi ayrı tutsaydım, bu aşağılıkça olurdu. benden 'şu rezil herif javert' bahsedenleri haklı çıkarmış olurdum. sayın vali, bana iyilikle davranmanızı istemiyorum. zamanında başkalarına gösterdiğiniz iyilikler beni ziyadesiyle hiddetlendirmişti; aynı iyiliği kendim için talep etmiyorum. bu tarz iyilikler toplumun düzenini bozar. tanrım, iyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır."     
Hugo-Sefiller
Bazı filmler vardır, çoğunlukla polisiye, her şey olup bittiğinde sahneler size yeniden hakiki anlamları kazanacak şekilde yeniden gösterilir. O cümleden sonra benim de kafamda bir sürü an parça parça avuçlarımdan döküldü.

Sabah 5- Düzce, 2018 mayıs, O.
Burada gün ne kadar sessiz doğuyor demişti, mayıstı. Karşılıklı koltuklarda oturuyorduk, seninle dedi bir daha konuşmayı düşünmüyordum, ama ormana ağaç dikmeye gittiğimizde Ö. seninle ilgili çok farklı şeyler söyledi.  Benim gibi olmaman kötü bir şey değil, onunla konuşunca anladım bunu, o da bu süreçten geçmiş.
İlk o demişti, beni, insanları oyuncağın gibi görüyorsun.
Devamını tam ne konuştuğumuzu çok hatırlamıyorum. Ama bunu bana ilk o söylemişti. O zaman da anlayamamıştım.  Ne demişti başka? İnsanları istediğin gibi kontrol ediyorsun demişti. Neydi hatırlamıyorum. Hatırladığım, o böyle uzun uzun konuşunca ben birden ağlamaya başladım, ama böyle ince. Durdu, en beklemediği şey gibi, üzüldün mü dedi. Evet dedim ama o şaşkınlık o hiç beklememezlik aklımdan çıkmıyor. Sanki ben üzülemezmişim gibi, öyle bir yetim yokmuş gibi.  Sonra uzun uzun konuştuk, kendimce ona kendisini oyuncak gibi görmediğimi anlattım ama ne anladı bilmiyorum. Bir daha asla öyle bir ortamımız olmadı çünkü.

Gecenin bir körü, Bakırköy, 2018
O zamanlar sokakta sabahlamaya yönelik heveslerimiz vardı. Eski sevgilim aradı içindeki her şeyi son kez söylemek istiyormuş. Tabii dedim ama şu anda uygun değilim ben seni ararım. Sonra mesajlaştık, bir sürü kötü şey söyledi bana. Sonra da dedi ki “üzüldün”. Dedim nasıl yani, üzülmeyeceğimi mi düşündün. Evet dedi, üzüleceğini hiç düşünmezdim, bilsem söylemezdim. Sen benim aramamı neden beklemedin dedim, çünkü aramazsın gibi geldi dedi.
Ben bu insanlara ne yapıyorum acaba?
Hatam belki kalbi oyuncak sanmam…

2012-Ankara
Buz gibi soğuk bir Ankara kışı idi. “Oraya gitmeye, o insanlarla tanışmaya korkuyorum,” demiştim L’ye. Bu senin sorunun dedi, bu gerçekten yapman gereken bir şey, kendi duyguların ne derse desin, bunu yapmamak çok büyük bir bencillik.

2012-Ankara
“Neden onunla  sevgilisin anlamıyorum,” dedi A. “ Ona ihtiyacın yok gibi, hatta kimseye ihtiyacın yok gibi.”

2019-istanbul
“Ne istiyorsun, Harvardlı birini falan mı?” –G.

2019-Düzce
“ Seni arayıp sormuyorlar, çünkü onları sadece iş olarak gördüğünü düşünüyorlar. Onlarla çok ilgileniyorsun ama sadece iş için. İş olmazsa onları bir daha aramazsın.” –İ.
2016-Balıkesir
“Sanki ruhun, her şeyin alınmış gibi, her şey çok mantık. Ne oldu sana, böyle değildin.” –E.

2019- Düzce
-Cyborg gibisin. –E.

Bütün bunlar içimde öyle hissetmediğim şeylerdi. Ama bir şekilde bu kadar insan bunu söylüyorsa, her yol bir yere çıkıyorsa demek ki bir şeyleri doğru aktaramıyordum. Belki bunlar hep gerçekti ve ben kendimi olduğum gibi göremiyordum.  Günlerin her biri ölüm gibiydi, bu soruların cevaplarını asla bulamıyordum. Böyle yansıyan şey neydi, bu anlattığım Allison hikayesi  benim kurduğum çarpıklığın bir eseri olabilir miydi?

“Love is never any better than the lover. Wicked people love wickedly, violent people love violently, weak people love weakly, stupid people love stupidly, but the love of a free man is never safe. There is no gift for the beloved. The lover alone possesses his gift of love. The loved one is shorn, neutralized, frozen in the glare of the lover’s inward eye.”
"Ha, kimimiz 'sevmişti' onu. Majino Hattı. Cholly de sevdi onu. Sevdiğinden kuşkum yok. Her şeye karşın onu, ona dokunacak, sarılacak, kendisinden bir şey verecek kadar sevmiş olan biriydi Cholly. Ancak dokunuşu öldürücü olmuş, ona verdiği şey can çekişen dölyatağını ölümle doldurmuştu. Sevginin asla sevenden daha iyi bir yanı yoktur. Kötü insanlar kötü bir biçimde, sert insanlar sert bir biçimde, güçsüzler güçsüz, aptallar aptalca severler, ama başıboş bir adamın sevgisi asla, güvenli değildir. Sevilenin bir kazancı yoktur. Yalnızca seven alır sevgiden payını. Sevilen ise yolunmuş kaza döner, etkisizleşir, sevenin bakışlarında donup kalır.
― Toni Morrison, The Bluest Eye-En mavi göz
 Çok batak şarkılar dinledim o dönem. Bir dönem duyup sonra unuttuğum Cengiz İmren-Vur beni’den Onur San Anladım’a kadar giden bir çizgide. Ama en çok “Sarışın Değil” dinledim. “Kendi dalımda dikenler mi açtın bana, ne olur solma…”
 Bir arkadaşımın şöyle demişti, “içinden istemiyorsun, ne olursa olsun onsuz bir hayat istemiyorsun. Bu onun ne olduğu ile alakalı değil, onunla zaman başka kimse ile olduğu gibi geçmiyor işte.”
Ne yapsam da bu durumu çözsem diye çok arafta kaldım. Ne yapmalıydı? Ebru Gündeş’in bir şarkısı var, Araf, bu dönemi bir şarkı ile anlatsam belki en çok o yakışır, o şarkıda da benimki gibi bir çaresizlik anlatılıyor, “belki ölmek için bile yardımın gerek.”
Portekiz’de yağmurdan kaçıp kahve içtiğimiz bir yerdi. İçimi yaşatan arabesk şarkılardan başka hiçbir şeyim yoktu. G. İle kahve içerken ona içimdeki şeyleri söyledim. Bu ne dedi, makale mi yazıyorsun, bunlar senin duyguların değil, bunlar niyet mektubu.
Senin içindeki duyguların neler?
-Artık bu şehir başkadır.





6 Aralık 2019 Cuma

Bir Yaralı Kuştum




    Kısım 1- Yanılsama




“Bu aşkta bir umut kalmadı yazık
Seni bir başkası bekliyor artık.”

Önünde duranı görememek, potansiyele vurulmak, gerçeği asla bilememek üstüne bir hikaye bu.

“when all said and done” her şeyi biraz başka türlü görebiliyorsun işte ama yaşarken öyle olmuyor.

O dönem her şeyin çok Yes Man filmine benzediği bir hayatım vardı. Her şey çok yerli yerinde, çok düzgün, çok sıkıcı. Dünyada mükemmel olan şeyleri düşünün, eşkenar üçgen, daire öyle bir sıkıcılık işte, hiçbir güzelliği yok. Sadece kendime atfettiğim görevleri sırasıyla yaptığım bir hayat.

Ne yapsam da bunun dışına çıksam diye, nereden başlasam diye çok düşünüyordum. Üsküdar’daki evde bir akşam üstü idi. Ev arkadaşım üç yıllık sevgilisi için, onunla da zaten evlenmem dedi. Ben de bir şok etkisi yarattı bu o zaman, neden yıllardır sevgiliydiler?
En azından fikri olarak ihtimal veriyor olması lazım. Sonra ben de evlenmeyeceğimi bildiğim biriyle bir şeyler yaşamak istedim, böyle liseli gibi. Gelişine. Ev arkadaşımla uzun uzun konuştuk bunu, benim Yes Man Guru’m oldu.

Kadıköy’de yan koltukta oturan kırmızı montlu çocuk. Benim Allison’um. Her şey tam da filmde olduğu gibi olmadı, çünkü benim kafamda o zaten en başında belirli kalıpların içerisine oturmuştu. “piç bir çocuk”, “zaten maksimum altı ay sonra bir daha görüşmeyiz”, “pek iyi biri gibi değil”.

Bir de çalıştığı sektörde çok manken gibi kızlar var “o daha neler görmüştür senin benim gibi” dedim kendime. O böyle manken gibi bir kız istiyordur. Kendisinden bunun eskiden önemli olduğunu ama artık olmadığını, böyle şeylerden bıktığını da duydum ama, pek inanmadım. Aslında her şeye de inanırım ama  her şey başlangıçta koyduğum kalıplar tarafından kesildiği için herhalde kendini böyle görmek istiyor deyip geçtim bunları.

Hikaye bu ya, normalde her seferinde biraz daha sıkılmış ve tüketmiş olmam gerekirken her seferinde biraz daha istedim. Allison gibiydi işte, hayatta  her şeyi olduğu gibi karşılayabilen, eğlenceli, spontan. Bazı insanlar vardır, inşa ettikleriyle güçlüdür, sahip olduklarıyla. Kale gibi, gücü sert ve soğuktur. Allison ağaç gibiydi, kendi köklerine güveniyordu. O kendi kendisinin hayatta üstüne gelen her şeyi yakalama çabasından kendine ahtapot dese bence yaprakların dökülmesinden korkmayan, kendi kökünden başka güvenecek bir şeyi olmayan bu yüzden özgür bu yüzden yalnız bu yüzden güçlü…

Bunları gördüm, görmedim değil. Ama başka şeyleri de gördüm. Benmerkezcilik, kötü niyet. Eşkıya filmindeki gibi bir ortamda büyümüş gibiydi. İyilik beklentisi çok düşüktü, her şey hizmet ettiği  ölçüde değerliydi. “iki üç ay sonra öyle biri olmayacak”, “güvenilmez". Bu inançları da içimden hiç çıkarmadım o yüzden ne kadar doğruydu ne kadar yanılsamaydı bunlar bilemiyorum. Çok seviyorum ki seni ben dediğinde, sana artık hep zamanım var dediğinde, ağzının içine bakıyorum dediğinde içimde korkunç bir tehlike hissi oluştu-korktum. Ben de onu seviyordum ama onun söylediği şeylerin tamamen gerçek olmasına imkan vermiyordum. Niyetin kötülüğü her şeyi bozup lekeleyecek bir şeydi. Biraz yüzükle Frodo gibi olduk, bırakamıyordum ama bırakmam gerektiğini düşünüyordum. Sen diyordum onu değil onun başka bir halini, iyi ve şefkatli bir halini seviyorsun ki öyle biri aslında yok.

gitmiyor gölgen mesken tutmuş
içimin odalarında içim
yok olmaz imkansız hayır

Uğultulu Tepeler’de söylendiği gibi “ I have not broken your heart - you have broken it; and ın breaking it, you have broken mine.” (Ben senin kalbini kırmadım, sen kırdın ve kırarken benimkini de kırdın.)
Böyle olduğu zamanlar da oldu.

Bir yandan içimden o eski benliğin söküldüğünü de hissediyordum. Gaye Su Akyol’un o şarkısı “Bir Yaralı Kuştum” benim ona atfettiğim şarkı gibi bir şey oldu. 


Açın İçimde Bıçak
Kesiyor Damarlarımdan Eski Ben'i


Sonra bir gün gerçekten kalbimi kıracak bir şey yaptı, ben de tamam dedim artık yeter.
Onu hayatımdan çıkarmaya karar verdim.
Sonra bir Amasya akşamında Kral Mezarları’nı izlerken bir arkadaşıma durumu anlattım.
"Çocuğu fahişe gibi eroin gibi görüyorsun," dedi. "Sanki oyuncak gibi seviyorsun. Hayatının içine dahil etmiyorsun ki, öyle sanki bir yerlere gidiyorsun eroin alıyorsun sonra kendi hayatına dönüyorsun. Sana böyle böyle davranıyormuş bırak onu da yapsın tabii dedi, senin yaptığın şey çok daha kötü."

“Sonra birden alem değişiverdi.”