Kısım 3- Eve Dönüş
“Sevgilim yarim şimdi yok burda
Ne yapsam dönmez dönmez ki bir daha.”
“Gözlerimizin önünde eriyip gidiyorsun. Ne olurdu konuşsaydın, kaldır şu engeli, kendin için. Sonra yine engelle ama böyle olmuyor.” Herkesten aynı şeyi duyuyordum.
Ama ne diyecektim? Kafamda iki tane Allison vardı, bir sürü de olasılık. Sonra o gün o konuşmadan sonra bütün ihtimallerin ötesinde bir tane ben olduğumu ve bunun en merkezinde kendi kırgınlığımın tek sesini buldum.
“But the truth, he knows, is otherwise. His pleasure in living has been snuffed out. Like a leaf on a stream, like a puffball on a breeze, he has begun to float towards his end. He sees it quite clearly, and it fills him with (the word will not go away) despair. The blood of life is leaving his body and despair is taking its place, despair that is like a gas, odourless, tasteless, without nourishment. You breathe it in, your limbs relax, you cease to care, even at the moment when the steel touches your throat.”
“Bir süre sonra organizma kendini onaracak ve ben, onun içindeki hayalet, eski halimi bulacağ̆im. Ne var ki gerçeğin böyle olmadığ̆ını biliyor. Yaş̧ama zevki tükenmiş. Bir ırmağın üzerindeki yaprak gibi, esintiye kapılmış, kurtmantarı gibi, kendi sonuna doğru sürüklenme ye baş̧lamış̧ David. Bunu açık seçik görebiliyor ve bu onun içini (bu sözcükten kurtulamıyor) çaresizlikle dolduruyor. Yaş̧ami besleyen kan damarlarından çekiliyor onun yerini çaresizlik alıyor, gaz gibi bir çaresizlik, kokusuz, tatsız, beslemeyen. Onu solursunuz, kollarınız bacaklarınız gevş̧er, hiçbir şeyi umursamazsınız, hatta bıçak boğazınıza dayandığ̆ı anda bile.”
—Coetzee
Aradım onu, ne olursa olsun diye değil, zaten ne olacaksa olmuştu. Kalbimde hayatımda ilk kez duyduğum bir sesi konuşabilmek için, çünkü bunu sadece ona söyleyebilirdim, bunun tek dinleyicisi oydu.
Biraz Scarlett O’hara gibi biraz K. Gibi hissediyordum.
Konuşmadaki hiçbir şey beklediğim gibi gitmedi. Ancak bu kadar gidemezdi.
Belki sadece ve sadece gerçeği söyleyebildiğim için, kendi iç sesimi daha derinden duyabildiğim için onunkini de duyabilmiştim.
Onun gözünde her şey daha çok arkadaşlarımın gözünde olduğu gibiydi.
Çok çok uzun bir konuşma oldu.
“Benim için fazla zeki ve disiplinlisin” dedi bana “ben senin hayatında birinci planda olamam ki.”
Sen bu çocuğa fazla zekisin diye kaç arkadaşım söyledi bilmiyorum. Bunu asla anlayamıyorum. Bunu nasıl düşünürler, hele o nasıl düşünür, nasıl dile getirir. Eğer ki herkes ağız birliği ile aynı şeyi söylemese asla bunun içinde bir gerçeklik payı olabileceğine inanmazdım, zaten meyiliyim.
Ama siz onu bir de benim gözümle görseydiniz.
Ağaçların belirli zamanları olur derdi babam, ağacı tam böyle filiz zamanı tepesinden kesersen bir daha o ağaç oradan boy atamaz, yanlarından sürgün vererek büyür. Biraz böyle geliyordu bana, sanki içindeki iyilik, idealizm bir yerlerde çok yanlış bir zamanda baltalanmış gibi. Bu yüzden yanlarından boy vermiş. Vazgeçmemiş. Kendi kendini yaratmış. Hayatta da birileri önünü açmamış, birilerininin parası, desteği, vizyonu olmamış arkasında. Bu çocuk nasıl bana göre daha az zeki olabilir? Nasıl? Bir de üzerimdeki gücü o kadar fazla, her dediğinden o kadar etkileniyorum ki sanki hiçbir şekilde kendimi savunamıyorum.
“Ben kendim gibi birini istiyorum.”
Aramızdaki farkları zaten uzun uzun anlattım ama şimdi o farklıyız dedi ya aynı olduğumuz bir yeri düşündüm. Hiç benzeyen bir tarafımız yok muydu?
Geçen birisi bana şu satırlardı okudu.
“The world breaks everyone and afterward many are strong at the broken places. But those that will not break it kills. It kills the very good and the very gentle and the very brave impartially. If you are none of these you can be sure it will kill you too but there will be no special hurry.”
Dünya herkesi kırar. Daha sonraları, çoğu kırıldığı yerden güçlenir. Ama dünya, kolunu kanadını kıramadıklarını öldürüverir. Çok iyileri, çok anlayışlıları ve çok yürekli olanları hiç bakmadan öldürür. Bunlardan hiçbiri değilseniz, hiç kuşkunuz olmasın sizi de öldürecektir. Ama aceleye getirmeden”
- Hemingway
Çok iyisin dedi, şimdiye kadar kırılmış veya ölmüş olman lazımdı. Seninle tanışmak nadir bir şey. Evet dedim bu, belki aynı yerlerden kırılmadık onunla, ama benzer yerlerden darbe aldık. “Kırılmadan incelemezseniz” demiş Dostoyevski, belki ben bu yüzden biraz hoyrat ve panik kaldım. O ise her şeyi gelişine karşılayabilecek bir korkusuzluğa kavuştu. Zamanın neredeyse aynı yerinde ikimiz de kan aramış hastane bakmışız mesela.
Konuşma bittiğinde kalbim patlayacak gibiydi. Öyle gümbür gümbür. Söylesene sevdam bu nasıl veda? Sabah geceleyin “ben karşının taksisiyim” diyerek attığı şarkıyı dinleyeyim dedim. Dinlerken bir ağladım ama hani öyle ince tek parça değil de böyle sanki beş altı yerden gözyaşlarım fışkırdı. Sanki korkunç bir şey olmuş gibi öyle bir ağladım. Ki ben çok kolay da ağlarım aslında ama böyle değil.
Şarkının sözlerinde öyle şeyler vardı ki, benim yaşadığım bu karmaşanın içinde aslında aynı şeyi yaşamışız hissi.
“Ömründe bir kara meleğim, Nalan.”
Bunu ben onu engellediğim gün E.ye söylemiştim, sanki demiştim onunla olursam siyah kanatlarım olacak, daha özgür olacağım gibi, diye.
“Ben yara gibiyim, gönlündeki yarayı kapat nolur sal beni gideyim.”
Bu şarkıdan sonra bir şey oldu, sanki böyle duygularım ‘kurtuldu.’ Anlam veremediğim bir şekilde sevgim böyle bir hatıraya duyulan özleme dönüştü, böyle tüketen bir umut değil de nostalji.
Kalbimin nedenini tam anlayamadığım kurtuluşundan sonra aklımdaki bu anlam verme takıntısından azad olmam lazım gibi geliyordu.
Döndüm dolaştım düşündüm durdum düşündüm.
İçimde bir boşluk var mıydı yoktum aklıma geliyor muydu evet, içim acıyor muydu hayır, böyle kırık dökük muydum hayır, ama böyle işte bir şeyler eksikti.
Bırak dağınık kalsın da diyemedim.
Her yerde Noel paylaşımları yapılırken birden aklıma geldi. ÖYLECE. Bu Yes Man filmi değil, bu Fındıkkıran balesi. Bu Çaykoyvski, hatta Matthew Bourne versiyonu.
Allison, benim Alison’um benim dünyamda ancak bir fındıkkıran, kendi dünyasında fare kralı yenen yakışıklı prens. Ben onun dünyasında ancak bir rüya karakteri, orada bile idealindeki Sugar’a prensi kaptırıp bütün rüya boyunca prense ulaşmaya çalışan yetimhane elbiseli kız.
Klasik finalde Clara rüyasından uyanır ve fındıkkıranına sarılır.
Bourne versiyonunda ise prens kendi dünyasını bırakıp Clara’nınkine gelir ve ikisi beraber yetimhaneden kaçarlar. Bourne’in Kuğu Gölü versiyonunu düşündüm, orada da prens kuğu prensle beraber oluyordu ama kendi krallığında ölüyordu.
Biz de böyleydik işte. O benim dünyamda ancak oyuncak bir fındıkkıran olabiliyordu, ben ise ancak bir rüya ziyaretçisi.
Ben bu rüyayı, bu macerayı onun kendi dünyasındaki prens halini seviyordum, kendi dünyamı bozmadığı için belki de. Peki gerçekten o dünyada kalmak istiyor muydum, hayır. Onun benim dünyama gelmesini istiyordum hem de kendi dünyasındaki ihtişamı ve karizmasıyla. Bütün bencilliğimle bütün kalbimle istedim bunu.
Ayrıca hem artık akşam olmuştu, annem merak ederdi. Çantamdaki elmalar da bitmişti. Çok yorulmuştum. Artık gerçek dünyaya dönmeliydim Clara’nın da artık uyanma zamanı gelmişti.
Henüz onun sadece fındıkkıran olduğu zamanlarda bir kitap önermiştim ona- Bitmeyecek Öykü. Orada da kahraman Fantazya’ya gitmiyor muydu, ve belki de en önemli dersi dönerken almıyor muydu. Ve Full Metal Alchemist Brotherhood’un da öğrettiği gibi kapıdan geçmek o kadar kolay değildi.
“İnsanlar vardır, asla Fantazya'ya gidemezler,” dedi Bay Koreander. “Ve insanlar vardır, gidebilirler ama sonsuza kadar orada kalırlar. Sonra bir de Fantazya'ya gidip geri dönenler vardır. Senin gibi. İşte bunlar iki dünyayı da esenliğe kavuştururlar.”
-Ende
*SON*