17 Haziran 2021 Perşembe

Defter

 


Kapkara kaplı bir defter

Acısını ben bilirim

Sayfalarında adın nasıl meşhur….


Youtube’da çok tutan bir yorum vardır: çok güzel şarkı yapmışsın, Allah belamı verirken dinliyorum.

Şimdi ben de bu şarkının yazısını belamı bulmuşken yazıyorum.


Bu kapkara defter: aşkın tarifinin yazılı olduğu defter.

İçinde kesin yazılacak şeyler:

gerilim ve çekim

hayranlık

Ve engel.

İşte bu üçü hep şart olmuş.


Romeo ve Juliet’te düşman aileler

Kerem ile Aslı’da düğmelere kadar her şey

Yeşilçam filmlerinde fakirlik ve zenginlik


Bazen sırlar olmuş, bazen başka biri, bazen delinecek dağlar, bazen aşılacak mesafeler…


Bir defterde kadın Elfmiş, oğlan ölümlü: başka bir defterde oğlan başlık parasını denkleştirmek için şehre çalışmaya gitmiş…

Ama bu engel, bu aşılacak şey olmadan aşk defteri doldurulmazmış.




Davul bile dengi dengine demişler, o zaman bu denkliğin içinde engel nereye oturuyor?

Diyor ya şarkıda sayfalarında adın nasıl meşhur ama yüreğinde şüpheyim.

Bu aşklar, bu isimler arkadaşlar arasında meşhurdur.

Bazen esas kişi en az bilen olur, herkes bilir o bilmez.

Ama yürekte o engel hissi hep durur.

Şarkıda dediği gibi hep şüphe…

Bu engelin sonu ne olacak…


Bu şarkıda ellerimle gülümü bahçenden kopardım oluyor. Yakıştım sandım resmine sense sevdikçe kanardın. Burada engel dikenler, o gülün o resme belki de tam uymaması…


Sonra da umuda geçiyor.


“Solma ne olur,

Belli mi olur,

Kader kavuşur sonunda…”


Hikayelerin sonu mutlu ya da mutsuz bitse bile onların yaşanmasını sağlayan bu inanç işte.


“ Belli mi olur,

Bir kara düşün pembesi büyür de solunda…”


Kader konuşur sonunda…


Engel aşılır …


“ Bir kadın sevmiyorsa seviyorum demez zaten, sevdiği halde sevmiyorum dediği olmuştur ama, orasını düşünme sen.” Geçen okudum bunu ah dedim ne kadar doğru. Gün olur içimiz başka söyler, bir gün başka davranır diler gün başka….

Çünkü bir gün kadere inanır, bir gün engele

Bir gün aşka inanır bir gün kanayan güle…


Ben çiçeklerimi zaten hep açmayacak diye sulamamış biriyim.

Engelleri hep aşktan üstün görmüş.

Çiçeği başka bahçelere de bırakmak istememiş.

Demiş ya Nietzche " çöl çoğalır vay haline içinde çöller saklayanın."

Sonunda buna dönmüş biri.





Ama sen öyle bir solma dedin ki…

Ben de


“ Yıllara baktım önümden

 Akıyor da  ben dur gibiyim…”


Ve bu sefer dedim bu sefer engele değil aşka inanacağım.

Belli mi olur?

Bir kara taşın tövbesi büyür de solumda...



En sonunda engel bizden üstün çıktı.

Ellerimiz kollarımız bağlandı.

Ama biliyorum ki seni “sevdiğim kadar kırmadım.” Bu sefer bunu yapmadım.


Engel bizi ayırana kadar gülünün kokusunu içime çektim.

Yaşadım.

Gittiği yere kadar.

Sonunda tereddütsüz yaşanmış bir hikayem oldu.

İçimden geldiği gibi.

Şimdi yoksun.

Olsun.

İçimde sakladığım çöle yağmurlar yağdırdın.

Gülümü bahçende açtırdın.

Hamdolsun,

Şükürler olsun.


6 Haziran 2021 Pazar

Veda Mektubu

 

"Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz,

 biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz,"

 demiş şair.


İşte bu ikisi arasındaki fark nereden geliyor?

Bazı anlar nasıl gelir?

Yıllarca spora başlamak istersin, sigarayı bırakmak istersin, eski eşyaları bir elden geçirmek istersin, yeniden kitap okumak istersin.

Ama bir türlü olmaz.

Sonra olur. Bazen kısa bir heves gibi geçer gider, bazen hayat zorlar, bazen elinde olmaz.

Bir şeyi yapacak zaman bulamıyorsan, onun düzenli bir rutini olmamasındadır diye duymuştum.

Sonra düşündüm kendim de bir doktora gidecektim, üç hafta gidemedim. istemediğinden değil.

Sadece bir türlü o zaman yaratamadığımdan.

Hep bir şey çıkmasından.

En son gittiğimde ne vardı da gitmedim dedim belli değil.


Senle de bu yüzden olamadık işte.


Şöyle diyor şair

"Artık çiçek zamanıdır taşın

Yüreğinse tedirginlik zamanı

Zamanıdır zaman gelmenin"


Benim için zamanıydı. Kalbimde çiçeklerin tomurcuklanacağı bir yer vardı.

Senin için çiçekler açtıracak bir yer.

Ama senin bahçen doluydu.

Günlerin doluydu.

Senin toprağında benim yerim yoktu.

Ancak gelip benim bahçemdekileri sulayabilirdin.

Biliyorum istemediğinden değil.

Yer bulamadığından.

Hepimiz alışkanlıklarımızın o biçim veremediğimiz şeylerin kalesi oluyoruz bir yandan.


"Varıp da dönmeyen  bi yolun altındaki  bu heves ne yazık böyle kurur."


Seninkiler de kuruyor işte...


Ben ise Artık yapma yapma demem, bu sözlerim kanar benim.

Yandı canım avlandı tüm hayvanlarım

Saplıyorum ağzımdaki çiçekleri karanlığa yalan değil."


Şimdi kendimi vaktinden önce açmış bir erik ağacı gibi hissediyorum.  Havalar bir ayaza dursa ölüp gidecekmiş gibi.


"Bugün çok üzgünüm seni kaybettim gibi."

Bugün bunu anladığım gün.

Benim hatam çabuk affetmekti belki de,

Çiçeklerimi çabuk tomurcuklandırmaktı.

" En ufak tebessümünden yüzden bulmak"tı.


Sanki sen de çiçek açabilirsin gibiydi. Tohumların var, güneşin var, suyun var...


"Yanıp  da sönmeyen bir alev ne yazık süründürür." 

Sen de belki sandın ki bunlar böyle hafif rüzgarlar ama bu ateş sönmez.  Böyle geçer gider.

Yavaş yavaş topraklarımın kuruduğunu görmedin.

Vazgeçtiğimi.

Ben gördüm ama



"Şimdi ağlıyorum aldandı tüm yaldızlarım ağarmaya kara benim.

Anlıyorum harcın değil bu aşk ama sağalmıyor yaram benim."


Ben bugün senin bahçende o çiçekleri açtıramayacağıma razı geldim.


Ve kahrettim.





28 Mayıs 2021 Cuma

Tutsak




Bir kadın atasözü der ki “Ben söyledikten sonra yapmanın ne anlamı var,”.

Yıllarca en çok alıntıladığım ve belki en çok inandığım sözlerden biri oldu.
Çünkü çok hesaplı ve sorguluydum.
Söylemeden anlaşılması bana verilen dikkatin bir ölçüsüydü.
Eğer bir şeyleri fark etmeyip yapmıyorsa merak etmiyordu.
“Ne kadar akıllı ve ne kadar yanılgı içindeymişim.”
Hesaplı olmanın kendi içinde güzel savunmaları vardır. Bu da onlardan biriydi.
Aşkın da insanı test etmesinin birden çok yolu vardır. Ve benim bu savunmam bu testlerin çoğundan kaçmaktan başka bir şey değildi.
Çünkü böyle olunca daha çok seven olmak garanti idi.
Hem de istendiğinde yapılan şeylere verilen emeğe de dudak bükebiliyordum.
Ama en önemlisi istemenin o çığ gerçekliğinden kaçmaktı.
İtiraf.
İstek,
Tutku,
Bağ.
Bunlar için savunmasız olmak, istediklerimizden utanmamak, istenen olmadığında da aşkın o durumdan çıkabileceğine inanmak demekti.
Belki bu yüzden kendi kendimize söyleyemediğimiz şeyleri anlatan şarkıları daha çok sevdik.
Gel diyen,
Gitme diyen.

Dokun bana bana dokun ne olur
Hasretinden öldüm
Kopar zincirleri yeniden gel
Durmadan gel hep gel

O en derindeki o çığ duyguya yansıyan şarkıları.  Başkasından dinlemek belki daha kolaydı.
İstemenin, ihtiyaç duymanın dile gelmesi için o korkunun içinden geçmek lazımdı.
İsteklerimizin önemsiz olması korkusundan, geçersiz olmasından.

Bir kız çocuğu düşünün.
Akşam babasına bana ne aldın diye soran
Ya da annesine saçlarımı örsene diyen bir kız çocuğu.
İşte bu saf istek. Çırılçıplak.
Zamanın içinde yavaş yavaş kaybediyoruz bunu.
İnce ince.
İstemek zor geliyor ama içimizden bekliyoruz.
Aslında kendi kalbimizi en çok kendimiz kırıyoruz.
Aşkımıza güvenmiyoruz, testlerden kaçıyoruz.
Bunu ancak şimdi anlıyorum.
Savunmasız istiyorum diyebildiğim Günde.
Olsa da olmasa da.
Aşkın içinden yanarak geçmek istediğim günde. 
Durduk yerde çürümelerinden usandım.
Çiğ arzularımı ateşe attım.

Ben sana tutsak sen bana yasak
Gel günahlarla korkularla gel
Ben savunmasız çırılçıplak
Sen hesaplarla sorgularla gel



13 Nisan 2021 Salı

Hepsi Geçti

 




Ben Mihrimah. 

Cihan padişahı Sultan Süleyman Han’dan olma, Hürrem Sultan’dan doğma.. Asaletini ve gücünü babasının kanından, cürretini ve zekasını annesinden alan.. Güneşin ve ayın Sultanıyım. Ben Mihrimah. 1522 senesinde doğdum. O gün bu saraya huzur değil, aksine hüzün verdim. Bilhassa annem Hürrem Sultan’a, zira bir Şehzade değildim.. Haremin kaideleri katidir. Şehzaden yoksa hükmün de yoktur, kimse ciddiye almaz seni.Haremin duvarları arasında solup gidersin. Ama Şehzaden varsa, üstelik rakiplerinden fazlaysa işte o zaman sırtın yere gelmez. Gücün ve iktidarın ortağı olursun. Bu yüzden hiç kızmadım anneme, onu anlıyorum, şimdi olduğu gibi.

Ben Mihrimah. 

Her istediği olan, her dediği, her emrettiği yapılan cihanın gelmiş geçmiş en güçlü Sultanı Mihrimah.. 17 yaşında Rüstem Paşa’yla evlendirdiler beni. Annem kardeşlerimin istikbali için, bunun gerekli olduğunu söyledi. 


Ne tuhaf..
Yıllar önce bir Şehzade olmadığım için üzülmüştü. 

Şimdi ise Şehzadelerini korumak için bana ihtiyacı var.“



Muhteşem Yüzyıl’da bu sahneler, kişilerin kaderi ile kendisi arasında bir yolda yürüdüğü yerlerde geçerdi. Konuşanın kim olduğunu neler yaptığı neler yapacağını her adımda yeniden düşündüğü yerlerde. Pargalı'nın Kanuni'nin yüzleşmelerini de severim ama hiçbiri içimde Mihrimah'ın bu yürüyüşü kadar yer etmedi. Belki içinde o kırılmayı taşıdığı için. O zaman öyle, şimdi böyle dediği için...O içindeki yangını kendimde gördüğüm için...


Şimdi ben tam böyle bir yerdeyim. Ben, bahar.

Güçlü, akıllı, çalışkan, saf, doğal, yaratıcı, hırslı..

Kendi değerlerine bağlılığı yüzünden insanlara kırmaktan korkmayan.

Yeri geldiğinde o değerleri gücün karşısında susturmayan Bahar.

Zannederdim ki gücüm savaşmaya yetmese de çekip gitmeye her zaman yeterdi. Ben  bahar, bütün bu uyumluluğun içinde idare etmesi zor biriyim sanırdım.


Sanmıştım ki hiç kırılmadım.



Şimdi ben inandığım her şeyin ortasında kaldım.

Bir ateş ki bu içine düştüğüm

Bu yol  öyle çıkmaz ki

Sönmüyor

Geri dönülmüyor.


"Bazen düşüremez insan kalbin ateşini
Bazen yükseliyo' candan aşıp nefesimi"



İlk alev aldığında böyle olacağını bilmiyordum.

Korkmuyordum.

Sonra yangın her yeri sardı.


Sonuna kadar yandığında benden geriye ne kalacak bilmiyorum.


Kaderimin avlusundan geçerken yine o cümleleri kurabilecek miyim? Yine ayni ben olacak olacak mıyım?


Ben bahar. Kaç ateşten geçtim dedim, ama hep aynı ateşten geçmişim, kimi zaman büyük kimi zaman küçük.  Aynı yerden yanmışım.

Şimdi başka bir ateşten geçiyorum.


Öyle yangınlardan geçtim ki hani mahvolurum ama çekip gidebilirim gibiydi, ne olursa olsun dilim başka gönlüm başka söyleyebilirdi.


Ama şimdi bu yangın hem her yanımı sarmış gibi hem de hiç yakmıyor gibi.


Bir yandan beni güçsüz bırakıyor, teslim olur gibi, elim ayağım kesiliyor gibi…

Bir yandan içimi ısıtıyor, sarıp sarmalıyor.


Kaçamadığımı-kaçamayacağımı hissediyorum, korkuyorum.


Götürsem türlü bağlara, el değmemiş güllere
Üstünde soluklansa, fısıldasam kulağına "Dayan"


Bazen geçsin istemiyorum,

Hep öyle kalsın.


Bazen daha da büyümesinden korkuyorum.



Ama dünya belli şeyler üzerine kurulu.

Her şey sonunda bir şekilde geçer…


Şimdi bu ateşin ortasındayken kendime dayan de demiyorum bitsin diye sabrettiğim bir şey de değil bu, bu korktuğum bir şey.



"Bulursan bana söyle, niye böyle alev her yanım?
Bu da geçer de, hepsi geçti
Kaç kere söndü yangının?"


8 Ocak 2020 Çarşamba

Avatar-The Last Airbender




                                        
                                                   Kısım 1: Four Nations 

Her zaman muhteşem kararlar verebilen biri olmamdan dolayı 2 sene anime izleyemedim. Bu kadar özlemden sonra kendisine çok benzetildiğim Azula’ya olan merakıma yenik düşüp dönüşümü Avatar’la yaptım.

İlk sezondan üçüncü sezona sürekli güzelleşen bir seri. İnsan ilk sezonu sırf meraktan izliyor, öyle bir etkilenme bir iç görü hiçbir şey yok. Ama hikaye ilerledikçe insanın içine sızıyor.

İroh reisin ( keşke herkesin bir İroh amcası olsa) dört elementi ve onların insana kattığı özellikleri anlattığı bölümden de yola çıkarak biraz da  etrafımdaki insanlar Avatar evreninde yaşasa kim olurdu ya da en azından hangi ulusa ait olurdu diye düşünmeye başladım.


Başlangıçta bu yazıyı yazmayı gereksiz buldum; hepimiz aynı şeyi izlemiyor muyuz ama bu birazdan anlatacaklarımı kime anlatsam pek de öyle düşünmediklerini gördüm. Hatta birine kendisinin hangi ulusa ait olduğunu bilemiyor diye kızdım. Çünkü ben böyleyimdir, bir şeyi ben anlıyorsam herkes anlıyordur. Eğer ki anlamıyor ya da çıkarsamıyorsa kesin uğraşmıyordur ya da önemsemiyordur. Başka türlüsü olamaz.

En büyük ulus, toprak. Hayatın her zorluğuna göğüs gerebilen, dayanıklı, kuvvetli insanların memleketi. Bir taşı bir toprağı bükebilmek için önce buna dayanabilmek gerekiyor. Sorunları ile yüzleşmeyi iyi bilenler iyi toprak bükücüler oluyorlar. Hayatın kimseye tamamen  iyi davranmadığı ama zorlamanın binbir çeşit yolunu bildiğini düşünürsek yaşamın ta kendisi toprak halkının çokluğunu ve çeşitliğini anlatıyor.
İyi bir toprak bükücü ise zorluğu dimdik karşılayabilmesi ile beraber beklemeyi bilmesi ile de öne çıkıyor. Her şeyden önce sakin kalıp beklemeyi bilen, karşısındakine göre hareket eden, onun adımlarını gözleyen.
Köz Tiyatrocuları bölümünde kendini olduğu gibi kabul edebilen sadece Toph idi, diğerlerinin kendilerini kabul etmeleri çok kolay olmamıştı.
Toprak bükücüleri bu kadar dayanıklı yapılarının altında belki de en çok zorlayan şeylerden biri de sistemsel değişime olan dirençleri. Bir toprak bükücü malzemesi itibariyle kendisi olarak değişemez. Ateşle pişebilir ( lava da dönüşebilir), su ile yumuşayıp bataklığa dönüşebilir. Birinin acı verici süreci diğerinin içine çekerek öldüren hapsi ile bu değişimlerle baş etmek son derece korkutucu olabilir.
Toprak Kralı ve Ba Sing Se’yi düşününce bir sistem olarak toprağı daha iyi anlıyoruz. Kader, şükür, gelenek…Bütün o dışarıya kapalılık içerisinde, dışarıya her şey iyi izlenimi veriliyor. Sistem kendi kendini anarşi ile yönetiyor, kral sadece kültürel bir sembol. Toprak  Krallığı iç ve dış arasındaki duvarların birçok şeyi görünmez kıldığı bir yer. Çünkü toprak içerden gizli yollar açmaya çok müsait bir doku.
Su. Değişime adapte olabilmek. Şüphesiz su bildiğimiz anlamda zekanın tanımıdır. Doğada en güçlü olmadığı halde  insanın kendisini bu noktaya getirmiş olan, değişime uyum sağlayabilmesi. Su kabilesinin bu kıt olanaklarla pratik zeka gösterisini seride en çok Sokka’da görüyoruz, onun her daim bulabildiği planlarında. Suyun arıtma gücünü ise iyileştirme yeteneği olarak Kotara’da görüyoruz. Ve onda su kabilesinin en temel özelliklerinden birini daha, empatiyi de görebiliyoruz.
Bütün bu özelliklerin içerisinde su kabilesi neden kendi geleneklerine toprak gibi dışardan değil de içerden bağlı. Çünkü su doğası gereği bozulmaya yatkındır. Kendi varlıklarını korumaları, kendi kendilerini devam ettirebilmeleri için bu gelenekleri korumaları gerekir. Yoksa özelliğini kaybeder. Ve su yok olduğunda, su elde etmenin yolu ancak başkalarındaki canı tüketmekten geçer.
Hava. Şüphesiz sürekli güzümüzün önünde olsa da hakkında az şey bildiğimiz göçebeler, hava bükücüler. Nefesin gücünü anlamış, özgürlüğün dünyevi olan ile bağlarını keserek olabileceğini kavramış kimseler. Bir hava bükücü su bükücüden farklı olarak kendi varlıkları ile her durumda kendilerine yer bulabiliyorlar. Ele avuca sığmazlık da burada söz edilebilir.
Ve Aang’ın finalde gösterdiği iç savaştan da şunu anlıyoruz. Bu özgürlük belirli vazgeçişlerle olduğu kadar aynı zamanda belirli etik değerlere korkunç bir bağlılık ile geliyor.
Ve derinliği ruhaniliği en çok beklediğimiz yerde şunu da görüyoruz. Eğlence, neşe, dans. Çünkü özgürlük bu demektir. O sahip olduklarımız bizi ne kadar ağırlaştırıyor.

Ve ateş: arzu ve güç. Ateş ulusu seride korkulan bir yerde duruyor. Ayraca su, toprak ve havadan farklı olarak insanın dışardaki bir maddeyi değil kendi içindeki enerjiyi, yaşamı, öfkeyi bükmesi ile elde ettiği bir şey ateş. Kişi ancak kendi içindeki bir şeyleri kontrol ederek ateşi bükebilir. Bu yüzden irade ve arzu ateş bükmenin merkezinde. Ateş bükücüler volkanlarla dolu tehlikeli yerlerde yaşıyorlar. Gelişmişler, ilerdeler. Bir noktada herkes kendileri gibi olsun istiyorlar, ilk bakışta çok masum bir arzu gibi. Akla biraz Horkheimer’i getiriyor: “Ne var ki tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıyor.” Ateş bükücüler de  savaşın da etkisiyle son kertede eğlenemeyen, hedef odaklı kimselere dönüşüyorlar.
Ve ateş kontrol etmesi zor doğası sebebiyle sağlam bir iç disiplin istiyor. Çünkü ısıtan ve hayat veren olduğu kadar en kolay yok eden de ateş.
Bu yazının ilk kısmı idi. Kendimce 4 ulusu bunların hikayedeki konumlanma şekillerini anlattım.Yazının ikinci kısmında bunların birbiri ile ilişkisini, gündelik yaşamda kendi gördüğüm insanlarda bu elementlerin izlerini, bana ışık tuttuğu noktalar ile Avatar’ı anlatmaya düşünüyorum.
Umarım bu yazı size de kendinize ve hayata yönelik bir kavrayış için bir kıvılcım olmuştur.

Sincerely yours,
B.




23 Aralık 2019 Pazartesi

Nalan





Kısım 3- Eve Dönüş

“Sevgilim yarim şimdi yok burda
Ne yapsam dönmez dönmez ki bir daha.”

“Gözlerimizin önünde eriyip gidiyorsun. Ne olurdu konuşsaydın, kaldır şu engeli, kendin için. Sonra yine engelle ama böyle olmuyor.” Herkesten aynı şeyi duyuyordum.
Ama ne diyecektim? Kafamda iki tane Allison vardı, bir sürü de olasılık. Sonra o gün o konuşmadan sonra bütün ihtimallerin ötesinde bir tane ben olduğumu ve bunun en merkezinde kendi kırgınlığımın tek sesini buldum.

“But the truth, he knows, is otherwise. His pleasure in living has been snuffed out. Like a leaf on a stream, like a puffball on a breeze, he has begun to float towards his end. He sees it quite clearly, and it fills him with (the word will not go away) despair. The blood of life is leaving his body and despair is taking its place, despair that is like a gas, odourless, tasteless, without nourishment. You breathe it in, your limbs relax, you cease to care, even at the moment when the steel touches your throat.”
“Bir süre sonra organizma kendini onaracak ve ben, onun içindeki hayalet, eski halimi bulacağ̆im. Ne var ki gerçeğin böyle olmadığ̆ını biliyor. Yaş̧ama zevki tüken­miş. Bir ırmağın üzerindeki yaprak gibi, esintiye kapıl­mış, kurtmantarı gibi, kendi sonuna doğru sürüklenme­ ye baş̧lamış̧ David. Bunu açık seçik görebiliyor ve bu onun içini (bu sözcükten kurtulamıyor) çaresizlikle dolduruyor. Yaş̧ami besleyen kan damarlarından çekiliyor onun yerini çaresizlik alıyor, gaz gibi bir çaresizlik, kokusuz, tatsız, beslemeyen. Onu solursunuz, kollarınız bacakla­rınız gevş̧er, hiçbir şeyi umursamazsınız, hatta bıçak bo­ğazınıza dayandığ̆ı anda bile.”
—Coetzee
Aradım onu, ne olursa olsun diye değil, zaten ne olacaksa olmuştu. Kalbimde hayatımda ilk kez duyduğum bir sesi konuşabilmek için, çünkü bunu sadece ona söyleyebilirdim, bunun tek dinleyicisi oydu.
Biraz Scarlett O’hara gibi biraz K. Gibi hissediyordum.
Konuşmadaki hiçbir şey beklediğim gibi gitmedi. Ancak bu kadar gidemezdi.
Belki sadece ve sadece gerçeği söyleyebildiğim için, kendi iç sesimi daha derinden duyabildiğim için onunkini de duyabilmiştim.
Onun gözünde her şey daha çok arkadaşlarımın gözünde olduğu gibiydi.
Çok çok uzun bir konuşma oldu.
“Benim için fazla zeki ve disiplinlisin” dedi bana “ben senin hayatında birinci planda olamam ki.”
Sen bu çocuğa fazla zekisin diye kaç arkadaşım söyledi bilmiyorum. Bunu asla anlayamıyorum. Bunu nasıl düşünürler, hele o nasıl düşünür, nasıl dile getirir. Eğer ki herkes ağız birliği ile aynı şeyi söylemese asla bunun içinde bir gerçeklik payı olabileceğine inanmazdım, zaten meyiliyim.
Ama siz onu bir de benim gözümle görseydiniz.
Ağaçların belirli zamanları olur derdi babam, ağacı tam böyle filiz zamanı tepesinden kesersen bir daha o ağaç oradan boy atamaz, yanlarından sürgün vererek büyür. Biraz böyle geliyordu bana, sanki içindeki iyilik, idealizm bir yerlerde çok yanlış bir zamanda baltalanmış gibi. Bu yüzden yanlarından boy vermiş. Vazgeçmemiş. Kendi kendini yaratmış. Hayatta da birileri önünü açmamış, birilerininin parası, desteği, vizyonu olmamış arkasında. Bu çocuk nasıl bana göre daha az zeki olabilir? Nasıl? Bir de üzerimdeki gücü o kadar fazla, her dediğinden o kadar etkileniyorum ki sanki hiçbir şekilde kendimi savunamıyorum.
Ben kendim gibi birini istiyorum.
Aramızdaki farkları zaten uzun uzun anlattım ama şimdi o farklıyız dedi ya aynı olduğumuz bir yeri düşündüm. Hiç benzeyen bir tarafımız yok muydu?
Geçen birisi bana şu satırlardı okudu.
“The world breaks everyone and afterward many are strong at the broken places. But those that will not break it kills. It kills the very good and the very gentle and the very brave impartially. If you are none of these you can be sure it will kill you too but there will be no special hurry.”
Dünya herkesi kırar. Daha sonraları,  çoğu kırıldığı yerden güçlenir. Ama dünya, kolunu kanadını kıramadıklarını öldürüverir. Çok iyileri, çok anlayışlıları ve çok yürekli olanları hiç bakmadan öldürür. Bunlardan hiçbiri değilseniz, hiç kuşkunuz olmasın sizi de öldürecektir. Ama aceleye getirmeden”
- Hemingway

Çok iyisin dedi, şimdiye kadar kırılmış veya ölmüş olman lazımdı. Seninle tanışmak nadir bir şey. Evet dedim bu, belki aynı yerlerden kırılmadık onunla, ama benzer yerlerden darbe aldık. “Kırılmadan incelemezseniz” demiş Dostoyevski, belki ben bu yüzden biraz hoyrat ve panik kaldım. O ise her şeyi gelişine karşılayabilecek bir korkusuzluğa kavuştu. Zamanın neredeyse aynı yerinde ikimiz de kan aramış hastane bakmışız mesela.
Konuşma bittiğinde kalbim patlayacak gibiydi. Öyle gümbür gümbür. Söylesene sevdam bu nasıl veda?  Sabah geceleyin “ben karşının taksisiyim” diyerek attığı şarkıyı dinleyeyim dedim. Dinlerken bir ağladım ama hani öyle ince tek parça değil de böyle sanki beş altı yerden gözyaşlarım fışkırdı. Sanki korkunç bir şey olmuş gibi öyle bir ağladım. Ki ben çok kolay da ağlarım aslında ama böyle değil. 
Şarkının sözlerinde öyle şeyler vardı ki, benim yaşadığım bu karmaşanın içinde aslında aynı şeyi yaşamışız hissi.
“Ömründe bir kara meleğim, Nalan.”
Bunu ben onu engellediğim gün E.ye söylemiştim, sanki demiştim onunla olursam siyah kanatlarım olacak, daha özgür olacağım gibi, diye.
“Ben yara gibiyim, gönlündeki yarayı kapat nolur sal beni gideyim.”

Bu şarkıdan sonra bir şey oldu, sanki böyle duygularım ‘kurtuldu.’ Anlam veremediğim bir şekilde sevgim böyle bir hatıraya duyulan özleme dönüştü, böyle tüketen bir umut değil de nostalji. 
Kalbimin nedenini tam anlayamadığım kurtuluşundan sonra aklımdaki bu anlam verme takıntısından azad olmam lazım gibi geliyordu.
Döndüm dolaştım düşündüm durdum düşündüm.
İçimde bir boşluk var mıydı yoktum aklıma geliyor muydu evet, içim acıyor muydu hayır, böyle kırık dökük muydum hayır, ama böyle işte bir şeyler eksikti.
Bırak dağınık kalsın da diyemedim.
Her yerde Noel paylaşımları yapılırken birden aklıma geldi. ÖYLECE. Bu Yes Man filmi değil, bu Fındıkkıran balesi. Bu Çaykoyvski, hatta Matthew Bourne versiyonu.
Allison, benim Alison’um benim dünyamda ancak bir fındıkkıran, kendi dünyasında fare kralı yenen yakışıklı prens. Ben onun dünyasında ancak bir rüya karakteri, orada bile idealindeki Sugar’a prensi kaptırıp bütün rüya boyunca prense ulaşmaya çalışan yetimhane elbiseli kız.
Klasik finalde Clara rüyasından uyanır ve fındıkkıranına sarılır.
Bourne versiyonunda ise prens kendi dünyasını bırakıp Clara’nınkine gelir ve ikisi beraber yetimhaneden kaçarlar. Bourne’in Kuğu Gölü versiyonunu düşündüm, orada da prens kuğu prensle beraber oluyordu ama kendi krallığında ölüyordu.
Biz de böyleydik işte. O benim dünyamda ancak oyuncak bir fındıkkıran olabiliyordu, ben ise ancak bir rüya ziyaretçisi.
Ben bu rüyayı, bu macerayı onun kendi dünyasındaki prens halini seviyordum, kendi dünyamı bozmadığı için belki de. Peki gerçekten o dünyada kalmak istiyor muydum, hayır. Onun benim dünyama gelmesini istiyordum hem de kendi dünyasındaki ihtişamı ve karizmasıyla. Bütün bencilliğimle bütün kalbimle istedim bunu.
Ayrıca hem artık akşam olmuştu, annem merak ederdi. Çantamdaki elmalar da bitmişti. Çok yorulmuştum. Artık gerçek dünyaya dönmeliydim Clara’nın da artık uyanma zamanı gelmişti.
Henüz onun sadece fındıkkıran olduğu zamanlarda bir kitap önermiştim ona- Bitmeyecek Öykü. Orada da kahraman Fantazya’ya gitmiyor muydu, ve belki de en önemli dersi dönerken almıyor muydu. Ve Full Metal Alchemist Brotherhood’un  da öğrettiği gibi kapıdan geçmek o kadar kolay değildi.
“İnsanlar vardır, asla Fantazya'ya gidemezler,” dedi Bay Koreander. “Ve insanlar vardır, gidebilirler ama sonsuza kadar orada kalırlar. Sonra bir de Fantazya'ya gidip geri dönenler vardır. Senin gibi. İşte bunlar iki dünyayı da esenliğe kavuştururlar.” 
-Ende


*SON*

11 Aralık 2019 Çarşamba

Araftayım








Kısım 2-Flashback




Başladı mı baharın pembe?

Ben severim, gel ya da gelme



"in my life, i have often been severe toward others. it was just. i was right. now if i were not severe toward myself, all i have justly done would become injustice. should i spare myself more than others? no. you see! if i had been eager only to punish others and not myself, that would have been despicable. those who say, ‘that scoundrel javert’ would have been right. monsieur mayor, i do not wish you to treat me with kindness. your kindness, when it was for others, enraged me quite enough; i do not wish it for myself… such kindness disorganizes society. good god, it is easy to be kind, the difficulty is being just."
“hayatım boyunca sıklıkla diğer insanlara katı davrandım. haklıydım; adil olan buydu. eğer şimdi kendime katı davranmazsam adilce yaptığım bunca şey adaletsizliğe dönüşür. kendimi diğer herkesten fazla mı kayırmalıyım? hayır. görüyorsunuz! eğer sadece başkalarını cezalandırma konusunda istekli olsaydım, ve kendimi ayrı tutsaydım, bu aşağılıkça olurdu. benden 'şu rezil herif javert' bahsedenleri haklı çıkarmış olurdum. sayın vali, bana iyilikle davranmanızı istemiyorum. zamanında başkalarına gösterdiğiniz iyilikler beni ziyadesiyle hiddetlendirmişti; aynı iyiliği kendim için talep etmiyorum. bu tarz iyilikler toplumun düzenini bozar. tanrım, iyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır."     
Hugo-Sefiller
Bazı filmler vardır, çoğunlukla polisiye, her şey olup bittiğinde sahneler size yeniden hakiki anlamları kazanacak şekilde yeniden gösterilir. O cümleden sonra benim de kafamda bir sürü an parça parça avuçlarımdan döküldü.

Sabah 5- Düzce, 2018 mayıs, O.
Burada gün ne kadar sessiz doğuyor demişti, mayıstı. Karşılıklı koltuklarda oturuyorduk, seninle dedi bir daha konuşmayı düşünmüyordum, ama ormana ağaç dikmeye gittiğimizde Ö. seninle ilgili çok farklı şeyler söyledi.  Benim gibi olmaman kötü bir şey değil, onunla konuşunca anladım bunu, o da bu süreçten geçmiş.
İlk o demişti, beni, insanları oyuncağın gibi görüyorsun.
Devamını tam ne konuştuğumuzu çok hatırlamıyorum. Ama bunu bana ilk o söylemişti. O zaman da anlayamamıştım.  Ne demişti başka? İnsanları istediğin gibi kontrol ediyorsun demişti. Neydi hatırlamıyorum. Hatırladığım, o böyle uzun uzun konuşunca ben birden ağlamaya başladım, ama böyle ince. Durdu, en beklemediği şey gibi, üzüldün mü dedi. Evet dedim ama o şaşkınlık o hiç beklememezlik aklımdan çıkmıyor. Sanki ben üzülemezmişim gibi, öyle bir yetim yokmuş gibi.  Sonra uzun uzun konuştuk, kendimce ona kendisini oyuncak gibi görmediğimi anlattım ama ne anladı bilmiyorum. Bir daha asla öyle bir ortamımız olmadı çünkü.

Gecenin bir körü, Bakırköy, 2018
O zamanlar sokakta sabahlamaya yönelik heveslerimiz vardı. Eski sevgilim aradı içindeki her şeyi son kez söylemek istiyormuş. Tabii dedim ama şu anda uygun değilim ben seni ararım. Sonra mesajlaştık, bir sürü kötü şey söyledi bana. Sonra da dedi ki “üzüldün”. Dedim nasıl yani, üzülmeyeceğimi mi düşündün. Evet dedi, üzüleceğini hiç düşünmezdim, bilsem söylemezdim. Sen benim aramamı neden beklemedin dedim, çünkü aramazsın gibi geldi dedi.
Ben bu insanlara ne yapıyorum acaba?
Hatam belki kalbi oyuncak sanmam…

2012-Ankara
Buz gibi soğuk bir Ankara kışı idi. “Oraya gitmeye, o insanlarla tanışmaya korkuyorum,” demiştim L’ye. Bu senin sorunun dedi, bu gerçekten yapman gereken bir şey, kendi duyguların ne derse desin, bunu yapmamak çok büyük bir bencillik.

2012-Ankara
“Neden onunla  sevgilisin anlamıyorum,” dedi A. “ Ona ihtiyacın yok gibi, hatta kimseye ihtiyacın yok gibi.”

2019-istanbul
“Ne istiyorsun, Harvardlı birini falan mı?” –G.

2019-Düzce
“ Seni arayıp sormuyorlar, çünkü onları sadece iş olarak gördüğünü düşünüyorlar. Onlarla çok ilgileniyorsun ama sadece iş için. İş olmazsa onları bir daha aramazsın.” –İ.
2016-Balıkesir
“Sanki ruhun, her şeyin alınmış gibi, her şey çok mantık. Ne oldu sana, böyle değildin.” –E.

2019- Düzce
-Cyborg gibisin. –E.

Bütün bunlar içimde öyle hissetmediğim şeylerdi. Ama bir şekilde bu kadar insan bunu söylüyorsa, her yol bir yere çıkıyorsa demek ki bir şeyleri doğru aktaramıyordum. Belki bunlar hep gerçekti ve ben kendimi olduğum gibi göremiyordum.  Günlerin her biri ölüm gibiydi, bu soruların cevaplarını asla bulamıyordum. Böyle yansıyan şey neydi, bu anlattığım Allison hikayesi  benim kurduğum çarpıklığın bir eseri olabilir miydi?

“Love is never any better than the lover. Wicked people love wickedly, violent people love violently, weak people love weakly, stupid people love stupidly, but the love of a free man is never safe. There is no gift for the beloved. The lover alone possesses his gift of love. The loved one is shorn, neutralized, frozen in the glare of the lover’s inward eye.”
"Ha, kimimiz 'sevmişti' onu. Majino Hattı. Cholly de sevdi onu. Sevdiğinden kuşkum yok. Her şeye karşın onu, ona dokunacak, sarılacak, kendisinden bir şey verecek kadar sevmiş olan biriydi Cholly. Ancak dokunuşu öldürücü olmuş, ona verdiği şey can çekişen dölyatağını ölümle doldurmuştu. Sevginin asla sevenden daha iyi bir yanı yoktur. Kötü insanlar kötü bir biçimde, sert insanlar sert bir biçimde, güçsüzler güçsüz, aptallar aptalca severler, ama başıboş bir adamın sevgisi asla, güvenli değildir. Sevilenin bir kazancı yoktur. Yalnızca seven alır sevgiden payını. Sevilen ise yolunmuş kaza döner, etkisizleşir, sevenin bakışlarında donup kalır.
― Toni Morrison, The Bluest Eye-En mavi göz
 Çok batak şarkılar dinledim o dönem. Bir dönem duyup sonra unuttuğum Cengiz İmren-Vur beni’den Onur San Anladım’a kadar giden bir çizgide. Ama en çok “Sarışın Değil” dinledim. “Kendi dalımda dikenler mi açtın bana, ne olur solma…”
 Bir arkadaşımın şöyle demişti, “içinden istemiyorsun, ne olursa olsun onsuz bir hayat istemiyorsun. Bu onun ne olduğu ile alakalı değil, onunla zaman başka kimse ile olduğu gibi geçmiyor işte.”
Ne yapsam da bu durumu çözsem diye çok arafta kaldım. Ne yapmalıydı? Ebru Gündeş’in bir şarkısı var, Araf, bu dönemi bir şarkı ile anlatsam belki en çok o yakışır, o şarkıda da benimki gibi bir çaresizlik anlatılıyor, “belki ölmek için bile yardımın gerek.”
Portekiz’de yağmurdan kaçıp kahve içtiğimiz bir yerdi. İçimi yaşatan arabesk şarkılardan başka hiçbir şeyim yoktu. G. İle kahve içerken ona içimdeki şeyleri söyledim. Bu ne dedi, makale mi yazıyorsun, bunlar senin duyguların değil, bunlar niyet mektubu.
Senin içindeki duyguların neler?
-Artık bu şehir başkadır.